Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan Kumandan


Скачать книгу

/title>

      Necip Fazıl Kısakürek, Türk düşünce tarihi, Türk edebiyat tarihi ve Türk siyaset tarihi bakımından nevi şahsına münhasır bir konuma sahiptir. Düşünce tarihimiz açısından onun sadece şair, tiyatro yazarı, senaryo yazarı, hikâyeci, romancı, dergi ve gazete sahibi ve yazarı kimlikleri olmadığını ve ideolocya örgüsü ile birlikte birtakım kavramları yeniden inşa edici bir rol oynadığını biliyoruz. Bu açıdan Türk düşünce ufuklarını tayin etmeye kalkıştığınızda mutlaka yolunuz Necip Fazıl’dan geçecektir.

      Edebiyat tarihimiz açısından da onun müstesna bir yeri vardır. Edebiyatın hemen her alanında eser vermekle kalmamış; özellikle sağlam hecesiyle aruzun terk edilmesi nedeniyle ahenk zaafı yaşayan şiirimizde bir gelenek inşa etmiş ve fakat modern mazmunları ve konuları şiirimize kazandırmıştır. Kriz entelektüel onunla Türk şiirinde zirveye erişmiştir. Akif’in toplumcu ve kendini azade eden şiir anlayışı yanında hafakanları, zaafları, bunalımları, iç ben ile uğraşıların yükselttiği duyuşlarıyla Necip Fazıl, ferdin kendi içinden topluma yönelen arayış ve aşkının ifadesini yakalamıştır. Bir anlamda Türk Bodler’i1 olarak, Tanzimat’tan beri Türk şairlerinin yakalamak istediği sesi yansıtmıştır.

      Türk siyaset tarihinde de bir dönem, önemli bir fonksiyon ve aktör olmuştur. CHP’nin yeni “İstiklal Marşı” için başvurduğu bir şairdir o. Sonradan “Büyük Doğu Marşı” olan şiir, aslında 1937’den sonra yeni dönem için hazırlanan üç siyasi ismin kurguladığı yeni Türkiye için tayin edilmiş millî marş olacaktı. Fakat bu darbeciler başarılı olamadı. Şiir üstlendiği fonksiyonu ifa edemedi.

      Sonra İnönü döneminin ana rahminde teşekkül eden muhalefetin, daha doğrusu yeni dünya düzeninde Türkiye için planlanan yeni siyasi yapının içinde rol almaya çalışan bir fikir mahfili olma iştiyakı yahut ihtiyarı… İlk dönem Büyük Doğu hamlesi… Menderes ve Büyük Doğu münasebeti… İhtilal söyleminin de kendince yeniden inşası… 60 sonrası Türkiye’sinde Demirel’e uyarıcı vicdanın temsilcisi olarak yeni görev yüklenmeler… Sağ siyasetlerin ortasında İslam bayraktarlığının fikir ve eylem planında adres soruşturması ve sonunda Erbakan yanında bir aksakal olarak başvuru kaynağı… Oradan 70’ler Türkiye’sinde ihtiyacını hissettiği Büyük Doğu gençlik örgüsünün biçimlenmesi için tekrar tekrar uğraşılar, son çare olarak Akıncılarla Ülkücülerin bileşkesinden Gençliğe Hitabe’nin muhatabı bir yeni gençlik paydası meydana getirme gayretleri… Türkeş ve MHP’sinde aradığı cevvaliyeti bulduğu inancı ve 12 Eylül müdahalesine uzanan süreç içinde artık çıkaramadığı dergi yerine piyasaya sunduğu Raporlar…

      Gerçekten de kendisini bir prens olarak gören şair, sadece İstanbul kadınlarının gönlünü çelen bir küçük burjuva değil, ülkenin kaderine oynayan bir kriz entelektüeldir. Sancıların, çilelerin, bunalımların yoğurduğu, en kadim olandan en yeniye uzanan kavramsal inşanın kendi beninden gençliğin ve toplumun bütününe yönelik olarak da ibdası-inşası için nefsini feda eden yahut diğer bir deyişle öne geçiren lider olarak Necip Fazıl, “kumandan” sözünü çok tutuyordu.

      O bir kumandandı. Napolyon gibi…

      Zaten Napolyon’un kendisini öldürmeye gelen ordulara karşı yaptığı konuşmayı ve askerleri kendi yanına nasıl kattığını ne de güzel anlatırdı. Üstad’ın Fransızcasına o hitapla muttali olmuştuk.

      O elbette kumandandı…

      Ordu ise Büyük Doğu…

      Kaç kişilik olduğu pek tartışmalıdır fakat yine de Büyük Doğu bir orduydu ona göre… O da bir kumandan…

      O, orduyu sevk ve idare ederdi. Nasıl mı?

      Önce derginin hazırlanışı, yazıların siparişi, tasnifi, mahkemenin kurulması (Dergide bir “edebiyat mahkemesi” sayfası vardı ve orada edebiyatımızın büyükleri yargılanırdı.), yazılması, derginin sayfalarının çatılması ve sonra baskısı, dağıtımı hep bir sevk ve idare işiydi.

      İkinci olarak derginin okuyucusu ile buluşması… Bu hem derginin / gazetinin satılması işidir hem de zaman zaman verilen konferanslarla, yapılan toplantılarla bir Büyük Doğu bağımlılığı oluşturma işidir.

      Gönüllüler, onun konferans vereceği yere giderler ve organizasyona katılırlardı. “Büyük Doğu” mecmuası almak, okumak ve okutmak bir dava adamlığı gibiydi.

      Öyle ki bir zaman Türkiye’de “Büyük Doğu”cu adıyla maruf bir kitlenin siyasi çevreler için dikkate alınması gereken bir cemaat gibi algılandığını söyleyebiliriz.

      Zamanla bu “Büyük Doğu”cu kitle, yine Üstad’ın işaretiyle değişik partilerde yer alsa da kumandanın ordusu olarak asla gereği kadar teçhizatlanamadı ve hemen hemen hiçbir muharebeyi kazanamadı.

      Ordunun Üstad’dan sonra en kıdemli kurmayı yine bütün bedeniyle, davranış biçimiyle, konuşma üslubuyla, duruş ve edasıyla Hilmi Oflaz’dı.

      Hilmi Oflaz, meslek olarak işportacıydı. Üstad’ın kitaplarını en iyi pazarlayan yayıncı ve dağıtımcı sayılabilirdi. Tek katlı evinin neredeyse bütün odaları Üstad’ın kitaplarıyla doluydu. Gönlü genişti. Sigara içerken tıpkı Üstad gibiydi. Üstad da onu en seçkin insanların bulunduğu meclislerde onurlandırmayı iyi bilirdi.

      Başkalarını filanca vali, x holdinginin patronu, filanca milletvekili diye tanıtırken onun için “Gözü bir kartalın gözünden daha keskin, bir arslan kadar yürekli, elinin tersiyle bütün dünya zenginliklerini bir tarafa itebilen arkadaşım İşportacı Hilmi!” derdi.

      Birçok şair ve yazar, “Büyük Doğu” mecmuasının kadrosunda görev almış, birçok profesör yazı yazmış olmakla birlikte ne kadarı “Büyük Doğu” ordusunun sadık neferiydi bu ancak Üstad’ın ayıklaması ile mümkün olabilirdi.

      “Necip Fazıl” adlı çalışmamızı daha önce biyografi denemesi olarak yirmi dört kitaplık bir set hâlinde Alternatif Yayınlarından çıkarmıştık. O zaman Alternatif Yayınlarının editörüydüm ve Namık Kemal’den günümüze en önemli yirmi dört düşünce adamını seçip yazarlara sipariş ederek yazdırmıştık.

      O serinin sunuşu şu cümlelerle başlıyordu:

      “Düşünce dünyamızı aydınlatmış isimlerin ve onların eserlerinin, bugün yeterince tanınmadığı bir gerçektir. Özellikle genç nesiller, düşünce dünyamızın yıldızlarını tanımıyorlar. Son dönemde önemli bir kopuşun yaşandığını düşünüyoruz.

      Türk kültürüne, Türk düşüncesine, Türk edebiyatına eserleriyle ve çalışmalarıyla hizmet etmiş, yön vermiş şahsiyetler, aramızdan ayrılmış olsalar da yaşamaya devam ediyorlar. Aradan geçen zaman, onların değerini azaltmamış aksine daha da arttırmıştır. Onlar bugün de yolumuza ışık tutuyorlar.

      Şimdi onların yeniden keşfedilmesi, okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Çünkü 20. yüzyılda ortaya koydukları bu birikim, içine girdiğimiz yeni yüzyılda da belirleyici olmaya devam ediyor. Günümüzde konuşulmaya ve tartışılmaya devam eden çoğu konuyu, yıllar önce onların ele aldığını görüyoruz.

      Sıfırdan bir Türk düşüncesi meydana getirilemeyeceğine göre, düşüncemizi o birikim üzerine inşa etme mecburiyetimiz vardır.

      Türkiye bugün kökleriyle buluşma sürecini yaşıyor. Bu süreçte karşımıza işte bu birikimi oluşturan isimler çıkıyor. Bir Cemil Meriç, bir Tanpınar, bir Akçura, bir Erol Güngör, bir Ülgener vb. sanki yeniden doğuyorlar.

      (…)

      Kendi kaynaklarımıza dönme anlamına da gelen bu dizide yirmi dört isim yer almaktadır: Namık Kemal, İsmail Gaspıralı, Mehmet Akif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Yahya Kemal, Zeki Velidi, Peyami Safa, Tanpınar, Arif Nihat, Necip Fazıl, Atsız, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Sabri Ülgener, Osman Turan, Cemil Meriç, Serdengeçti, Ahmet Kabaklı, Dündar Taşer, Galip Erdem, Ahmet Arvasi ve Erol Güngör.

      Dizideki her kitap, o ismin özelliğine göre bazı değişiklikler gösterse de genel bir çerçeveye uyuldu. Kitapların girişinde yazarın hayatı, şahsiyeti, düşünceleri ve çalışmaları yer aldı; diğer bölümde ise eserlerinden seçmeler yapıldı. Eserlerinden seçmeler yapılırken ele alınan yazarın veya düşünürün, bütün yönleriyle yansıtılmasına çalışıldı.

      ‘Türk Düşünce