Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan Kumandan


Скачать книгу

yeni hem eski olanın bileşkesini bulmak kolay mı? Nasıl Namık Kemal, eski edebiyatı çok iyi bilmesine rağmen yıkılması gerektiğine kani ise Necip Fazıl da kendinden evvelkileri aynı metotla yıkmak ve yerine kendi flaneurünü oturtmak istiyordu. Dönemin rüzgârlarının da bunda payı büyüktür.

      Agâh Oktay Güner, 12 Eylül 1980 İhtilali sonrası yaşananlara MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında “kendisi mahpus fikri ise iktidarda” diye bir açıklama getirmişti. İbda hareketinin öncülerinin içeride, sempatizanlarının ise iktidarda oluşu bugün ordu ve kumandan ilişkisini çözümleme ihtiyacını daha bariz ortaya koyuyor.

Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu

      GİRİŞ

      Mehmet Akif; tekke, sokak, okul, ev, cami, resmî daire Türkçesinin en sade ve yakın üslupla -ama aruz vezniyle- toplumun ve gerçekçi şiirimizin zirvesi olmuş fakat bütün samimiyetine rağmen kendi benliğini, şair ruhunu şiirine katmamıştır. Necip Fazıl ise kişisel zaaflarını, benliğini, korkularını, hafakanlarını, nefsi muhasebelerini şiirinin nirengi noktası yapmıştır. Bu anlamda Necip Fazıl da Türk şiirinde yeni bir fasıl açmıştır.

      “Çile”nin, “Kaldırımlar”ın şairi, cumhuriyetin ilk yıllarında elde ettiği statüyü kullanarak sanatını ruhçu-maneviyatçı fikriyatının hamisi kılmayı bilmiştir. Bir bohem-şair kimliği altındaki bu fikriyatı, Arvasi Hazretleri’yle karşılaştıktan sonra geleneğin dinginliğine, huzura ermiş ve ondan sonra sanki derin bir mesuliyetle görev adamlığı devri başlamış; artık çelik çomak oynamak biçimindeki sanat, Allah’ı arayan sanata kalp edilmiştir.

      Necip Fazıl sanatın ve hayatın her alanında eserler vermiş ve at koşturmuştu. Dergiler çıkarmış, radyo projesi ortaya koymuş, konferanslarını hatta mahkemelerini bir medya olayı hâline getirmiş bir medya operatörü olmanın yanında; İnönü’den, Menderes’e, Demirel’den, Erbakan’a ve Türkeş’e kadar hem her siyasi lidere yön göstermiş; hem de her siyasi kadroya üstad olmuştur. İdeolojiler çağında gençlik, çeşitli düşünceler peşindeyken kendine mahsus kavramsal dünyasıyla “İdeolocya Örgüsü”nü salık vermiştir. Konferansları, tiyatro eserleri, gazete ve dergi yazıları, hikâye ve senaryoları, roman ve tarih denemeleriyle çok yönlü bir yazar olan Necip Fazıl, Sultan-ı Şuara unvanıyla -esasen şair olarak- edebiyat tarihimize geçmiştir. Türk modernleşmesinin, Namık Kemal’den günümüze gelen ortak çizgisinin teşkil ettiği “Türk Düşüncesi” bakımından her ne kadar Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Erol Güngör gibi sistematik bir fikriyat çerçevesi ortaya koymamışsa da Namık Kemal gibi sanatı, fikriyatının hizmetine sunarak, değinmelerle şok edici, çarpıcı bir işlev görmüştür. Nasıl Namık Kemal’de hürriyet, vatan, meşveret, meclis, İttihad-ı İslam gibi kavramlar, o zamanki devlet idaresi ve millet hayatı için yeni ve düşündürücü etki yapmış ve böylece Kemal bir fikir yenileyicisi olmuşsa; Necip Fazıl da “müdir fikir”, “cami mihverli medeniyet”, “tersine dönmüş ehram” ve bunlar etrafında kullandığı polemikçi dili ve zengin kelime dünyasıyla camide mahpus Müslüman’ı sokağa taşırmayı bilmiş, üniversite gençliğine aristokrat duruşu gösterecek sünepe politikacı tipinin ötesinde bir öz güven aşılamıştır. Türk düşüncesinin bin yıllık geleneksel ve bu toprağa bağlı fikriyatı, Tanzimat’tan sonra Batı tesirinde yenilenme devresinde Namık Kemal’den Erol Güngör’e çok çileli bir yüzyıl yaşamıştır. Necip Fazıl, bu yüzyılın tam ortasında olarak ilginç kişiliğiyle hem yüzyılın başındaki Kemallere, hem de sonunda yer alan bizlere uzanmaktadır. Gençliğimizde Üstad’la yakın teşrik-i mesaimiz olması ve onun mücadelemizde sahip olduğu özel konum bizi de ister istemez yüzyılın sonu ile başını bütünleştirmeye itiyor.

      “Ordusunu Arayan Kumandan” tabirini yakıştırıyorum ona. Gerek “Gençliğe Hitabe”si gerek “Büyük Doğu Marşı” gerekse “Büyük Doğu”yu sadece bir dergi ve gazete yahut bir yayınevi olarak değil bir dernek ve / veya kulüp olarak örgülemesi bizim toprakların bir sivil inisiyatif hareketi olarak değerlendirilmelidir.

      Ordusunu Arayan Kumandan olarak Necip Fazıl, kültürel tabanları, bir anlamda gençlik potansiyelini yanına alarak bir diriliş nesli vücuda getirmek arzusundadır. Bu, gerçi ilk bakışta kendisine bir okuyucu kitlesi kazandırma hamlesi olarak algılanabilir fakat üstlendiği mesuliyet ve onun icabı çekilen çileleri göz önüne aldığımızda bin yıllık terkibin çağdaş iz düşümleri olarak bir hatta birkaç kuşağın üstlenmesi gereken vazifeleri işaret ettiğini ve buna öncülük ettiğini anlayabiliyoruz. Eğer sadece okuyucu yani “reyting” için çabalıyor olsaydı daha eziyetsiz, zahmetsiz, kolay yoldan bunu yapabilirdi.

      Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, “gençlikle köprübaşı bir genç” aramaktadır. Neden? Birincisi; yaşı artık bir gençlik lideri olmak için hayli geçmiştir ve gençliğinin bohem hayatına ve işlediği günahlara karşılık gelecek bir sevap, bir emri bil maruf peşindedir. İkincisi; Türkiye gerçekten dönüşmüştür ve bu dönüşümlerin kuşaklarının inşası için üzerine vazife düşmektedir. O, bu yeni neslin vicdanı, bilgisi, aklı, ruhu, heyecanı, fikir ve eylem planı için birikim sahibi olduğunu düşünmektedir.

      Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, üç dönem boyunca (1950’li yıllar, 1960’lı yıllar ve 1970’li yıllar) meydana getirilen siyasi hareketlerin, kültürel tabanları yani gençlik potansiyellerini kendilerine nasıl çekip kullandıklarını müşahede etmiştir. Her siyasi hareket, siyasi taban yetiştirmeyip hazır olan kültürel tabanlar üstüne oturmuştur. O bunun farkındadır. Bu tabanlar ve potansiyeller gerçekte onların değildir. Bu yüzden siyasi partilerin hizmetine koşan gençliği asıl fikir ve eylem planında “Büyük Doğu Gençliği” olarak yeniden bir kimliğe eriştirmek imkânı her zaman vardır.

      Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, siyasi bir tercihle ve böylelikle belki milletvekili filan olabilmek için öyle her politikacının yaptığını yapamazdı. Siyasi partiler onu davet edeceklerse taşıdığı o büyük miras ve emanetin de taşıyıcısı olmak durumundaydılar.

      Gerek Menderes gerek Demirel gerek Erbakan gerekse Türkeş ile münasebetinde bu emanet ve mirasın belki de konuşulmadık ve asla da konuşulamayacak gururlu heyakilini oluşturuyordu. Bu heyakile nüfuz edebilmek ve bederine sahip çıkabilmek yahut temessül edebilmek için bir empati, bir (Mehmet Akif’in ifadesiyle) “tabiat-ı icad” gerekiyordu. Oysa siyasiler klasik “aksakal” konumu ötesinde Necip Fazıl’dan daha fonksiyonel bir siyasi rol beklemiyor, talep etmiyorlardı. Böylece Kumandan, ordusunu kullanamayan bir emekli generale dönüşüverdi. Yalnız kalan paşanın yine emekli “Büyük Doğu”cular dışında samimi münasebette olduğu pek ender insan kalmıştı.

      Ordusunu arayan kumandanı ben 70’li yılların ortalarında tanıdım. MSP ve Akıncı kimliğine daha çok sarılan ordusunu yitirmiş yahut bu orduyla arasına duvarlar örülmüştü. Sempatik, iyi niyetli duvarlar…

      Ordusu artık onu şöyle böyle dinliyor, ciddi olarak kulak asıp söylenenleri kalbine taşımıyordu. Bunun farkındaydı. Her kitabından haylice miktar alıp ülkücü gençliğe kazandıran bu yeni genç üstelik kendisi gibi Dulkadiroğulları’ndandı. Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, bu yeni dönemde yeniden strateji, taktik ve fikir-eylem planını hayata geçirebilecek bir fırsat bulmuştu. Ülkücüler daha doğrusu kendisini davet eden ve okuyan, anlayan ülkücüler, öncekiler kadar siyasileşmemişlerdi ve diğer gruplara karşı fanatik gözükmüyorlardı. Yani ülkücülerle akıncılar, “Büyük Doğu” fikriyatı etrafında yeniden teşkilatlanabilir veya fikir ve eylem planında bir ittifak meydana getirebilirlerdi.

      Ordusun arayan kumandan olarak Necip Fazıl, ne yazık ki bu hayalini gerçekleştiremedi. Zira