Омер Сейфеддин

Yüksek Ökçeler


Скачать книгу

çaðırması… Beni en çok gazaplandıran bu yalandı. Yiyecek bir şey buldu mu kendi yutardı. Yenmeyecek, yutulmayacak bir taş, bir kum parçası buldu mu hemen tavuða ikram:

      “Gıt, gıt, gıt…”

      Yemlerini verirken bakardım. Tavukları çaðırmak aklına gelmez, en önde koşar, taneleri acele acele yutar, yanına yaklaşanları hançer gagasıyla yaralardı. Sabahleyin insanlara bile:

      “Uyanınız, uyanınız. Haydi bana hizmet ediniz!” der gibi kanat çırpıp uzun uzun ötmesi… İşte yegâne mahareti bu idi. Mütehakkim, maskara, şarlatan, çirkin bir ses… Bülbülün feryadında bir şiir, karganın avazında bir keder, baykuşun o kadar tiksinilen kahkahasında bile bir matem, bir uðursuzluk lezzeti vardır. Fakat horozun sesinde küstahlıktan başka ne duyulur? Evet. En temiz, en beyaz tavukların kanatlarında ayaklarının çamurdan resmi hiç silinmez, küçük yavru horozlara hiç göz açtırmaz, hatta zavallıları öttürmez, öttüklerini duyunca koşar, mahmuzlarının altına alır, kan revan içinde bırakırdı. Gagasının darbesinden civcivler de kurtulmazdı. Kazara önündeki yeme yaklaştılar mı, onları hançerler, hatta bazılarını öldürürdü bile. Zalim olduðu kadar korkaktı.Havadan bir çaylak geçse korkudan tuhaf tuhaf baðırır, büzülür, birdenbire küçülür, kanatlarını yukarı çeker, şaşkınlıðı bir müddet devam ederdi. Tavukların tepelerinden kopmuş tek bir tüy, gagasında her vakit sönmüş bir cigara gibi takılı dururdu. En ziyade musallat olduðu bir Nemse tavuðu idi. Güzel, bembeyaz, şuh, tatlı, sakin bir hayvancaðız… Onun adını “Pamuk” koymuştum. Bahçeye ne zaman insem sanki bu tavuða olan muhabbetimi sezmiş gibi gözümün önünde doðru zavallının üzerine atılır, tüylerini yolar, hızını alamaz, yatırıp güzel boynunu yerlere sürerdi. Bir gün baktım, Pamuk’çuðun başından kanlar akıyor… Hemen tuttum, yıkadım, vazelin sürdüm. Götürüp ahırın avlusuna bıraktım. Aradan bir ay geçti. Daha yarası iyi olmamıştı, fakat o kadar semizlemiş, o kadar güzelleşmiş, o kadar irileşmişti ki… Babam da farkına vardı. Dedi ki:

      “Buna taze gübre yaradı.”

      Hayır… Ona gübre yaramamıştı. Horozun zulmünden, horozun itisafından, horozun dayaðından kurtulmak yaramıştı. Çünkü ahırın bütün gübreleri her hafta tavukların bahçesine taşınıyordu. Pamuk rahattan, saadetten, fena muamele görmemekten o kadar şişti ki… Artık hızlı yürüyemiyor, ördek gibi sallanıyordu.

      Babam:

      “Bu tavuðu keselim, yüreði yað baðladı. Çatlayacak!” demeye başladı.

      Rica dinlemek âdeti deðildi. Yalvarmama, yakarmama aldırmadı. Ahırın avlusunda cehennemden cennete düşmüş bir mesut gibi yaşayan zavallı Pamuk’ukestirdi. Horozun yanındaki tavuklar yine tüyleri yoluk, yine sıska, yine kirliydi. Tüyleri temiz, kanlı canlı, mesut yalnız horozdu. Hepsine zulmederek yalnız kendi sefa sürüyordu. Her hareketi küstahça, her hareketi kaba idi. Bütün kümes halkı sanki onun gaga yarasını almak, ayaklarının çamurlarına kanatlarını silgi yapmak için yaratılmıştı. Garezim büyüyor, büyüyor, bütün ruhumu kaplıyordu. Bazı geceler bu horoz, bir kabus içinde karyolamın başına konar, dayanılmaz hakaret tokatlarının boðuk seslerini andıran kanat çırpışlarıyla öterdi:

      “Kalkınız, benim keyfime hizmet ediniz!”

      Tavrı, kümese, tavuklara, bütün bahçeye tahakkümü, çekilmez kurumu bana o kadar tesir etmişti ki! Yavaş yavaş, her vakit sebepsiz bir hiddetten köpüren babamı da bu horoza benzetmeye başladım. Onun da tipinde bir horozluk vardı. Gözleri dikti, yuvarlaktı. Kalıpsız kırmızı büyük fesi tıpkı bir ibik gibi duruyordu. Öfkesiyle evi tir tir titretirdi. Annem otuz senelik karısı olduðu hâlde daha yanında cigara bile içmiyordu. Kardeşlerim, aðabeyim, bahçedeki yavru horozlar gibi aðız açamazlar, ona cevap veremezlerdi. Dikkat ettim, babam horoza benzediði gibi şale tarzında yapılmış evimiz de büyük bir kümese benziyordu. En iyi tünek, yani yukarıdaki balkonlu salon babamın yatak odasıydı. Biz, bütün ev halkı bir sürü tavuk… Nazarında hiç ama hiç ehemmiyetimiz yoktu. Hizmetçileri döver, uşakları kovar, mutfaða karışır, kardeşlerimi azarlar, anneme gık dedirtmez, bana göz açtırmazdı. Evde münhasıran yalnız o vardı. Kümeste horozun olması gibi… Yalnız o… Biz hep onun esirleri… Son posta geldikten sonra bile o gelmeden sofraya oturamayız, bazen gece yarılarına kadar beklerdik. Ehemmiyetsiz bir şeye hiddetlendi mi küfürleri hepimize birden tevcih ederdi:

      “Allah hepinizin belasını versin!”

      “Benim ekmeðimi yiyen azar…”

      “Hepsini gebertsem öfkemi alamayacaðım vallahi…”

      Evet, horoz kümeste, babam evde hüküm sürüyordu. Mahiyetçe, tabiatça, zihniyetçe, kabalıkça, nezaketsizlikçe aralarında zerre kadar fark yoktu. Kümesteki tavuklar gibi evde de babama karşı koyacak yoktu. Sedası, yakınlara düşen bir yıldırım gibi camları zangırdatırdı. Onun dehşetinden ürken yavru horozlar meydanı boş bulunca ötmeye özenirlerdi. Belliydi ki yalnız müstakil bir kümes bekliyorlar.

      Bir gün anneme babamın bu hâllerinden şikâyet ettim. Zavallı kadın:

      “Yavrum.” dedi. “Bütün erkekler böyledir.”

      “Bütün erkekler böyle mi?”

      “Evet.”

      “Hepsi böyle sert mi olur?”

      “Elbet. Kadın yumuşak! Erkek sert!”

      “Bu olur mu ya anneciðim? Biz de insanız…” diye itiraz edecektim. Lafımı aðzıma tıktı:

      “Dünyanın nizamı böyle kurulmuş! Kadın, kadın! Erkek, efendi! Namuslu insanlar bu kaidenin dışına çıkamazlar.”

      Bu münakaşadan sonra sinirlerim bozuldu. Son derece meyus, bahçeye indim. Horoz yine işi azıtmış, tavukların birini bırakıp, birisini altına alıyor, zavallıları kovalıyor, tuttuðunu dövüyor, hasılı ortalıðı altüst ediyordu. Eðer o olmasa bu güzel, bu sevimli, bu haluk, bu muti tavukçuklar mesut olacaklar, Pamuk’un ahırda semirdiði gibi rahattan şişmanlayıvereceklerdi. Hepsini bir anda kurtarmak aklıma geldi. Bu bir şimşekti. Sanki aynı zamanda kümesi bu zalimden kurtarmakla evdeki esirliðimizin hıncını da almış olacaktım. Kilere koştum. Bir avuç arpa aldım. “Geh, geh, geh” diye tavukları çaðırdım.

      Bermutat önde horoz koşuyordu. Öteki avucumda kocaman bir taş sakladım. Arpaları ayaklarımın dibine döktüm. Horoz bugün daha ziyade parlıyordu. İbiði daha kırmızıydı. Boynunun tüyleri bir sorguç gibi esirden kıvılcımlar saçıyordu. Önüne geçmek isteyen tavuklara hiddet sesleri çıkararak, zavallıları gagalayıp baðırtarak tek başına yaklaştı. Taneleri birbiri arkasına, hırçın bir acele ile yutuyordu. Yavaşça taşı kaldırdım. O farkına varmadı. Parlak sırtı bir pehlivanın arkası gibi genişti. Omuzlarının, kanat başlarının arkasına baktım. Avucumdaki taşı bütün kuvvetimle baktıðım noktaya indirdim. Horoz acı, sert, keskin, dehşetli bir ses çıkardı. Taş bir tarafa fırladı. Tavuklar kaçıştı.

      Yere uzanmış kanatları, yırtıcı demir çengellere benzeyen çirkin ayakları titriyordu. Aðzından dili çıkmıştı. Tavuklar zalimin ölümüyle nail oldukları hürriyeti tabii birdenbire anlayamadılar. Ben içeri girdim. Ertesi gün babam horozun ölüsünü bulunca küplere bindi:

      “Duvardan çocuklar girmiş, taşla öldürmüşler!” diyordu.

      Korkudan herkes acıdı, matem tuttu. Yalnız ben sesimi çıkarmadım. İşte bir hafta var ki tavuklar mesut… Tepelerindeki kellik, yavaş yavaş çıkan tüylerle kapanıyor.

      Babam bahçeye her çıkışında:

      “Ah zavallı horoz! Benim adamlarım adam deðil ki… Bir bahçeyi muhafaza edemezler!