Омер Сейфеддин

Yüksek Ökçeler


Скачать книгу

dokuz, otuz dokuz!..

      Kendisinden tam yirmi yaş küçüktü. Amma ne ehemmiyeti vardı, Kadıköyü’ndeki zengin akrabalarından Gülsüm Hanım aklına geldi. O da kendinden yirmi beş yaş küçük olan arabacısını sevmiş, nikâhla varmış, bu arabacıyı giydirmiş, kuşatmış, âlâ bir bey yapmıştı. Bu adam Gülsüm Hanım’ın parasını yemek şöyle dursun, hatta işleterek arttırmıştı. Şimdi büyük bir tüccardı. Amma… Lakin… Fakat… Herkes ne diyecekti:

      “Masume Hanım uşaðına varmış!”

      Ne derlerse desinler! İnsanın böyle genç, dinç, etli, canlı bir kocası olduktan sonra… Himmet yalnız uşaðı, yalnız arabacısı deðil, aynı zamanda aşçısıydı da. Ölen kocasından kendisine mallarla beraber hasislik de kalmıştı. Orta hizmetini bile Himmet’e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu. Şimdi bu kadar çalışkan, bu kadar masrafı az, faydası çok bir delikanlı kocası oluverirse ne lazım gelirdi? Evet, Himmet, ne emrederse, itirazı aklına getirmeden, hemen yapardı. Fakat nasıl:

      “Beni al!” diyecekti.

      Başkasıyla söyletse… Kiminle? Masume Hanım al dudaklarını ısırarak iri tombul elleriyle gür saçlarını düzeltti:

      “Kendim söylesem..” diye düşündü.

      Amma nasıl? Araba tenha düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif bir rüzgâr esiyordu. Himmet’i yavaşça açmalı, gönlünü gıcıklamalıydı.

      Masume Hanım içinden:

      “O vakit o bana yalvaracak.” dedi.

***

      “Himmet!”

      “Efendum?”

      “Yüzünü bu tarafa dön.”

      “Başüstüne efendum.”

      “Sen türkü bilir misin hiç?”

      “Hiç bilmem efendum.”

      “Ulan Himmet, senin gözlerin ne kadar güzel!”

      “Anamın gözlerine benzer efendum.”

      “Kaşların ne kadar güzel?”

      “Halamın gaşlarına benzer efendum.”

      “Yanakların ne al?”

      “Sayenizde efendum. Yiyoruz, içiyoruz… Al olmasın mı?”

      “Sen gece hiç rüya görmüyor musun ulan?”

      “Rüya ne efendum.”

      “Düş…”

      “Hiç görmem efendum.”

      “Yatınca hemen uyur musun?”

      “Uyurum efendum.”

      “Uyumazdan evvel yahut uyanırken aklına bir şey gelmez mi?”

      “Memleket gelür, anam gelür, babam gelür, efendum.”

      …

      Araba iki tarafı ekilmiş tenha yoldan ilerliyor, Masume Hanım, Himmet’le konuşuyor, bin dereden su getiriyor, onu açamıyordu. Aklında anasıyla memleketten başka hiçbir şey yoktu. Yarım saat sonra Çıfıt Burgaz çiftliðinin hududuna girmişlerdi. Masume Hanım nihayet dayanamadı. Himmet’i açmaya uðraşmaktan vazgeçti. Birdenbire kendi alabildiðine açıldı:

      “Ulan ben güzel miyim?” dedi.

      “Allah baðışlasın efendum.”

      “Hoşuna gidiyor muyum?”

      “Bilmen efendum.”

      “Nasıl bilmezsin ulan?”

      “Bilmen efendum, hoşuna gitmek nedür ki? Ben ne bileyum efendum.”

      Bu dangalaðın hiçbir şeyden haberi yoktu. Artık bundan açık söylenebilir miydi? Masume Hanım, “Bari Çırpıcı’ya döneyim!” diye düşündü. Çiftliðin kenarından geçiyorlardı.

      “Haydi çabuk Çırpıcı’ya çek…” diye haykırdı.

      Sinirlenmişti. Caddeyi döndüler. Bu sefer yukarıki yolu takip ediyorlardı. Öbek öbek yıðılmış gübre ehramlarının üstünde tavuklar eşiniyor, harap ahırların önünde, dilleri dışarıda sarı iri köpekler dolaşıyordu. Araba bozuk kaldırımların üstünde sallanıyor, devrilecek gibi oluyordu. Siyah bir aðılın yanından geçtiler. Himmet, habire atına kamçıyı yapıştırıyordu. Masume Hanım’ın masum gözleri, çitlerin arasında ansızın bir şeye ilişti:

      “Aa…” dedi.

      “İşte Himmet’e laf açmak için bir fırsat!” diye düşündü. Gülümsedi. Sonra ciddiyetle baðırdı:

      “Himmet, koş şu hayvancaðızı kurtar.”

      “Neyu efendum?”

      Etrafına bakıyor, kurtaracak bir şey göremiyordu.

      “Ulan çitin arkasına bak.”

      “Hangi çitin?”

      “İşte ulan! Hınzır öküz, zavallı ineði dövüyor. Haydi koş diyorum.”

      Himmet başını salladı:

      “Öküz onu dövmüyor efendum?”

      “Ne yapıyor?”

      “Yavrulatıyor efendum.”

      “Git kurtar, diyorum, zavallı inekçik bakalım yavrulamak istiyor mu?”

      “İster efendum.”

      “Ne biliyorsun?”

      “Öküz onun istediðini anlar efendum.”

      “Nasıl anlar?”

      “Gohusundan efendum.”

      “Ya…”

      “Evet efendum.”

      Araba sendeleye sendeleye çitin önünden uzaklaştı. Yol yine düzelmişti. Gübre çeşnili bir rüzgâr dalgalanıyor, Masume Hanım’ıngenzine hapşırtacak derece keskin bahar kokuları kaçıyordu. Dayanamadı:

      “Ulan Himmet, senin nezlen var.” dedi.

      “Yoh efendum.”

      “Var ulan var!”

      “Yoh efendum.”

      “Var ulan, o çitteki öküz kadar kokudan anlamıyorsun.”

      “Hiç gohu yoh efendum.”

      “Başka bir şey anlamıyor musun ulan?”

      “Anlamayon efendum.”

      “Tüh, Allah belanı versin ayı!”

      !!?!!

***

      Araba Çırpıcı Çayırı’na doðru yaklaşıyordu. Masume Hanım, talihsizliðinin karanlık hatırası içinde doðan yeni hülya aydınlıklarına dalmıştı. Himmet, habire kamçısını şaklatıyor: “Acaba at zora gelip bir halt etti de ben duymadım mı?” diye düşünüyor, hanımının kendisini niçin azarladıðına bir türlü akıl erdiremiyordu.

      BİR VASİYETNAME

7 Kânunuevvel 1913 – Gece yarısı

      Sevgili yeðenim! Bu gece dehşetli bir buhran geçiriyorum. Artık katiyen ölmeye karar verdim. Tabancamı doldurdum. İşte şurada masamın üzerinde duruyor. Fakat kafama sıkmazdan evvel son vazifemi yapmak istiyorum. Son vazife… Bunun ne olduðunu tabii bilirsin. Vasiyetnamemi yazmak! Evet, işte şu elinde tuttuðun kâðıt benim vasiyetnamem! Sen şu satırları okurken zavallı dayın artık dünyada yok! Ya nerede? Gayet sıcak bir yerde… Yani cehennemde! Zebanilerin kırbaçları altında, inim inim inliyor…

      “Niçin