niçin…”
İşte aldıkları cevap! Fakat ben niçin varmayacaðımı biliyorum. Erkeðin, bir horozdan farkı olmadıðı için! Horozlu kümes! Kendi köşkümüzde su mu çıktı? Ben horozsuz bir kümes, yani kocasız bir ev istiyorum. Efendisiz, kumandasız, âmirsiz, emirsiz bir hayat istiyorum. Pamuk’un ahır avlusunda geçirdiði mesut, gamsız, rahat, sakin, tatlı hayatı istiyorum. Annem diyor ki:
“Dünyanın nizamını bozamazsın, her kadına mutlaka bir erkek lazım!”
…
Eðer bu doðruysa babamın kahrı kâfi deðil mi? O ölürse evimizde büyüðün korkusundan ötemeyen kaç tane yavru horoz var! Peki kümeslere tıkılmakta, yabancı horozların gagalarını yemekte mana ne?
DÜNYANIN NİZAMI
Bir genç kızın defterinden kopya edilmiştir.
Bir ay geçmeden fikrim deðişti! Amma öyle yavaş yavaş deðil… Birdenbire! Bugün anneme hak veriyorum. Dünyanın nizamı bozulmayacak! Ben de her kız gibi mutlaka bir kocaya varmalıyım. Hani kati kararım? Gülmekten katılıyorum:
“İstemem, istemem, kocaya varmayacaðım!”
“Niçin?”
“Niçinse niçin… İstemem, istemiyorum!”
?
!
Acaba bu densizliklerime sahiden inanıyorlar mıydı? Deli gibi kalk, zavallı horozu öldür, sonra erkeklerin tabiatı, esas itibarıyla bu hayvana benziyor diye ölünceye kadar kocaya varmaktan vazgeç… Olur iş deðil… Ben hakikaten biraz… Şey… Haydi neyse söylemeyeyim!
Fikrimin birdenbire deðişmesine yine bu öldürdüðüm horozun hayali sebep oldu. Evvelki gece müthiş bir kâbus gördüm. Kâbus ile rüya arasındaki farkı bilirim. Rüyada insan serbesttir. İstediði gibi hareket edebilir. Bir dereceye kadar iradesine sahiptir. Fakat kâbus! İnsan kımıldayamaz. Aðzını açamaz. Sesini çıkaramaz. Benim gördüðüm kâbus, rüyayla karışıktı. Horozu karyolamın ayak ucuna konmuş gördüm. Aðzında peynir topacı gibi bir şey tutuyordu. Dikkat ettim. Sırtına vurup öldürdüðüm taş… Bunu kaldırdı. Üzerime fırlattı. Korkunç bir gürültü… Sanki bir dað yıkıldı, haykırmak istedim. Nerede? Nefes bile alamıyordum. Gözlerimi kapamak istedim. O da mümkün deðil. Horozun gözleri ateşten bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyordu. Keskin keskin, uzun uzun öttü. Her ötüşünde titriyordum. Sonra tıpkı bir insan gibi kalın sesi, gürbüz bir muharip gibi, bir evvel zaman şövalyesi gibi bana sordu:
“Beni niye öldürdün?”
“Ben öldürmedim!” diyecektim, dilimi oynatamadım, korkudan donmuş, taş kesilmiştim. Fakat o benim aklımdan geçen cevabı işitti.
“İnkâr etme!” dedi. “İşte haberim olmadan sırtıma attıðın taş! Fakat beni niye öldürdün?”
Cevap veremiyordum. Karşımda büyüyor, büyüyor, âdeta bir dev oluyordu. Hiddetle söylenirken oynattıðı kanatları o kadar muhteşem, o kadar iriydi ki… Hemen hemen tavanı kaplıyordu. Kabarık göðsündeki parlak, kıvılcımlı tüyler, altından bir zırh gibiydi. Sivri gagasından kelimeler çıkarken sanki birer ok oluyordu. Üzerime atılacakmış gibi çırpınarak, kanatlarını çırparak laflar söylemeye başladı. Demir pençelerinin altında karyolam zangırdıyor, sanki korkunç bir zelzele her tarafı sarsıyordu.
“Beni niye öldürdün? Susuyorsun, işte hain kız! Sen benim güzelliðimi çekemedin. Gördün ki ben miskin tavukların hepsinden güzelim! Altın mantom var! Güneşten parlak gözlerim var! Aslandan kuvvetliyim! Kümesin beyi, efendisi, kralıyım…”
Söylerken sanki insanlaşıyor, çizmeli, tuðlu, sorguçlu, miðferli bir muharip oluyor; bu sorguçlar, miðferler, silahlar, kalkanlar, kılıçlar eriyerek tüy, kanat, gaga, ibik, mahmuz oluyordu. Fakat bu gaga, bu kanatlar, bu ibik, bu mahmuzlar kılıçlardan, kalkanlardan pek çok korkunçtu. Evet, bu güzel, gayet güzel bir ejderhaydı. Ben, karşımda harelene harelene deðişmesine bakarken o susmuyor, yine söyleniyordu.
“Büyükleri küçükler, zenginleri fakirler, kuvvetlileri zayıflar; güzelleri çirkinler çekemez. Sen de benim güzelliðimi çekemedin. Sen çirkindin. Ben güzeldim.”
“Hayır, hayır, senin güzelliðinin ehemmiyeti yok! Ben zavallı tavuklara ettiðin zulümlere kızdım!” diye haykıracaktım. Sesim çıkmadı. Amma zihnimden geçen cevabımı o, yine işitti:
“Tavuklara zulüm mü? Hay aptal kız, hay…” diye tıpkı bir insan kahkahasıyla odayı çınlattı. “Tavuklara zulüm, ha… Bu zulüm tavuklara lütuftur, nimettir. Onlar dövüldükçe sevinirler. Gagalandıkça neşeleri artar, benim nazarımın altında birbirleriyle ne kavga ne gevezelik edebilirler. Ben olmadım mı yumurtlamayı filan bırakırlar. Hepsi iðrenç birer obur kesilir. Bir solucan, bir böcek için onu yirmisi boðuşmaya başlar. Ne vuran ne döven ne dayak yiyen ne bulunmuş şeyi kapan bellidir. Hasılı bir curcuna… Ama boðazları doydu mu yine hepsi meyus olur; birer köşeye çekilir, pinekler.”
“Fakat rahat ederler!” demek istedim.
“Rahat ne demek; tembellik, miskinlik, uyanık uyumak, diriyken ölmek deðil mi? Rahat, rahat! Yorgunluksuz rahat, dünyanın en aðır azabıdır. Tavuklar ben yokken deðil, asıl ben varken rahat ederler.”
“Hayır, hayır… Hayır işte!” demek istedim.
Güzel ejderhanın gözleri hiddetten tekrar tutuştu. İbiðinden kırmızı alevler çıktı. Mahmuzları çatırdadı; kanatları bir şimşek gibi aydınlıklar saçarak gürledi. Sanki binlerce metreden üzerime atıldı, haykırdım. O vakit kâbus bozuldu. Rüya başladı. Bu kocaman horoz saçlarımı yoluyor, üstümü başımı didik didik ediyordu. Kafamı gagasının çift uçlu bir hançer gibi deldiðini, pençelerindeki tırnakların omuzlarıma, kaburgalarıma saplandıðını duyuyordum. Kendimi karyoladan aşaðı attım. Kapıya doðru kaçarken beni yine tuttu. Gagasıyla havaya kaldırdı. Tıpkı Pamuk’a yaptıðı gibi yere çarptı. Boynumu halıya sürtüyordu. Haykırıyordum. Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifiri karanlık kesilmişti. Ateşten bir canavar gibi yalnız horoz parıldıyor, altın kırmızısı alevler duvarlarda uçuşuyordu. Baðırıyordum. Beni öldürüyordu…
.....
Uyandıðım vakit ter içindeydim. Kim bilir ne kadar çırpınmıştım… Yorgan aşaðı düşmüştü. Baş yastıðımın bir tanesi göðsümün üstündeydi. Saçlarım daðılmıştı. Hele vücudum… Âdeta kımıldayamıyordum. Sanki bütün kemiklerim kırılmıştı. Fakat ne tatlı, ne hoş, ne ruhani bir ıstırap Yarabbi! Bu korkunç rüyaya tekrar dönebilme ihtimali olduðunu bilseydim hemen gözlerimi kapayacaktım. Hakikaten acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, gagalanmanın, didiklenmenin pek başka bir lezzeti var! Mazlumun duyduðu bir lezzet ki zalim bunu tahayyül bile edemez! İstemeye istemeye altüst olmuş yataktan kalktım. Aşaðı inerken balkona saptım. Dirseðimi kenara dayadım, bahçenin perişan hâline dalgın dalgın bakmaya başladım. Burası tamamıyla bir harabeydi. Ne vakitten beri tavuklar yumurtayı kesmişlerdi. Duvar diplerinde kötürüm gibi yatıyorlar, daha yeni sabah olduðu hâlde sanki uyukluyorlardı. Sebepsiz bir yeis! Bir keder! Bir soðukluk! Bir ölüm soðukluðu! İçimden:
“Demek eski şen hayat, eski gürültü, eski hararet hep horozdanmış!” dedim.
Gözümle beraber hatıram da açıldı. Kümesin bir aylık tarihini aklımdan geçirdim. Tavukların nizamı, intizamı hakikaten bozulmuştu. Vaktiyle kümese girmiyorlardı. Horoz saðken dövüşmezlerdi. Şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyorlardı. Bunlara bir baş, bir efendi, bir kral lazımdı. İşte kümes horozsuz kaldı mı perişan oluyordu. Ben sözde