Burhan Cahit Morkaya

Sevenler Yolu


Скачать книгу

Sevenler Yolu

      Aralarında kadın bulunmazsa erkekler ne rahat konuşurlar… Tevekkeli İngilizler yalnız erkeklere mahsus kulüpler açmamışlardır. Orada bacaklarını birbirlerinin burnuna uzatarak viskilerini içer, teklifsizce çene çalarlar. Kadının bulunduğu yerde samimiyet olmaz. İnsan ne kadar tok sözlü olursa olsun pot kırmamak için kendini sıkar. Sıkınca da rahatı kaçar.

      O gün Palamut Kralı Ahmet Melih Bey’in meşhur “Radyum Palas” apartmanında toplanan misafirler de bu bahsi açmışlardı. Nermin Melih Hanım’ın isim günü idi.

      İstanbul’un yerli, yabancı tanınmış çehreleri davetliler arasında göze çarpıyorlardı.

      Salonda genç erkekler süslü hanımları eğlendirmek için dil dökerken kış bahçesinde tenha bir köşe bulan orta yaşlı erkekler rahat rahat sigaralarını tellendirip bacak bacak üstüne atarak dedikodu ediyorlardı.

      Kırkını geçtiği hâlde hâlâ bekârlığın tadına doyamayan Nazım Cemal yeni tanıştığı bir daktilodan bahsediyordu:

      “Cıva gibi bir kız azizim. Öyle de realist ki! Daha yirmi bir, yirmi iki yaşında. Fakat gençlerden hiç hoşlanmıyor.”

      Geçen hafta onunla Florya’ya gittik. Hafta arası çalıştığı yerden izin kopardı. Akşama kadar kumlar üstünde yaramazlık ettik. Güneşte kızaran vücudu yapıncak gibi. Parlak siyah gözleri ışıl ışıl.

      Denize atladı mı kâfir bir barbunya gibi yüzüyor. Ben…”

      Avukat Rıza Sedat lakırtısını kesti:

      “Sen arkada kılıç!”

      “Onun gibi bir şey… Fakat dedim ya. O gençlerden hoşlanmıyor zaten. Zengin bir yaşlıyı parasız bir gence değişirim, diyor.”

      Ev sahibi Ahmet Melih tasdik etti:

      “Doğrudur. Şimdi artık genç kızlar da hayatın kuru aşk masallarıyla sökmediğini anladılar.”

      “Daha doğrusu ne kazanırlarsa gençliklerinde kazanacaklarını anladılar. Kadın, sevilecek çağını atladı mı, geçmiş ola… Bu hâle gelmiş bir kadının eğer parası veyahut kocası yoksa çilesi var demektir. Böylelerine tesadüf ettikçe kadın doğmadığıma yüz bin kere şükrederim.”

      “Lakırtıyı karıştırma da şu daktiloyu anlat bakalım.”

      “Hoşunuza gitti galiba. İnsan kırkını atlayınca böyle genç kızların lakırtısını etmek bile hoşuna gider işte. Zaten kadın denilen mahluk taze taze yenecek bir nefis nesnedir. Bayatı mide bulandırır. Kadın bir kere tabii güzelliğini kaybetmeye görsün. Artık ne süs, ne boya ne herhangi bir göz boyayacak numara onu kurtarabilir.

      Hele bizim gibi kurt olmuş kadın sarraflarını hiç aldatamaz. Amma biraz dünyalığı varsa aşk piyasasında az çok muamele yapar. Benim daktilo bu esrarı tam zamanında keşfetmiş. Ona kaç kere takıldım: ‘Senin elbette genç arkadaşların, âşıkların vardır. Kim bilir onlarla ne tatlı vakit geçirirsin.’ dedim. Omuzlarını silkti: ‘Genç arkadaşlardan bana ne fayda?’ dedi. ‘Onlar da benim gibi hayatlarını kazanmak için çabalayıp duruyorlar. Beni plaja, sinemaya, konsere götürecek hâlleri mi var?’ ”

      Avukat Rıza Sedat güldü:

      “Doğru. Senin daktilo sinemaya, plaja seninle gider. Gider ama gönlünü de yine gençlerle eğlendirir.”

      Nazım Cemal Bey dudaklarını büktü:

      “Ne isterse yapsın. Bana da zevk veriyor ya! Kadına divanı muhasebat azası gibi kaydı hayat şartıyla bağlanmak zaten doğru değil. Kadın balık gibidir azizim. Taze taze yemeli. Ben kırkını geçtim ama daha birkaç genç kızın baharından zevk alabilirim.”

      “Demek yeni daktilo da yolcu!”

      “Tabii. Yarın öbür gün ya evlenir yahut bir zengin adama daha sıkı bir şekilde bağlanır. Onun da hakkını kabul etmek lazım. Gençliğinden istifade edecek. On yıl geçti mi paydos. Hele şimdiki kızlar. O kadar çabuk soluyorlar ki! On sekizle yirmi sekiz arasında bir şey yapamadılar mı geçti Bor’un pazarı.”

      Avukat Rıza Sedat başını salladı:

      “Bektaşi’nin hikâyesi.”

      “Nasıl?”

      “Bektaşi’nin biri henüz mürit iken nasılsa bir güzel kadına gönül vermiş. Ve evlenmiş. İlk gece gelinin duvağını açmış. Kudretin yarattığı o badem gibi gözlere o karanfil dudaklara, taze gül gibi yanaklara bakmış bakmış, Tanrı’nın bu güzel eseri önünde felsefeye dalmış: ‘Hey Allah’ım, hey!’ demiş. ‘Bu kadar nefis bir mahluk yaratırsın da sonra nasıl elin titremeden ona kıyar, canını alırsın.’

      Seneler geçmiş, dedenin o bahar gibi taze karısı ihtiyarlamış. Karanfil dudakları solmuş. Badem gözleri çökmüş. O gül gibi ince, şeffaf teni pörsümüş. Pöstekiye dönmüş.

      Bektaşi bir akşam demlenirken karısının bu hâline bakmış, sonra düğün gecesi Tanrı’ya yaptığı şikâyet aklına gelince: ‘Beni affet Allah’ım.’ demiş. ‘Hata etmişim. Sen işini bilirsin. Yarattığın güzel mahlukların da canını alırsın ama doğrusu sahiden canları alınacak hâle getirirsin de öyle alırsın!’ ”

      “Ehli dil insanlardır vesselam. Ne kadar doğru… Zaten erkeğin kadının bir mühim farkı da şudur: Erkek yaşlandıkça güzelleşir; kadın yaşlandıkça kötüleşir, çirkinleşir.

      Geçen gün on iki yıl evvel âşık olduğum bir kadını gördüm. Ve nasıl olup da bu kadın için çılgınlıklar geçirdiğime şaştım. Kendi kendimden utandım. Öyle bir hâle gelmiş ki… Facia… Kadın bir kere yıkılmaya başladı mı tamir kabul etmiyor. Ne kadar çırpınsa, süslense, boyansa nafile.

      Bu mevsime giren kadınlar bence artık dişi olmaktan çıkmışlardır. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüş demektir. Ama bu pek de yaşa göre olmaz. Kadının içinde öyle bir dişi ruh vardır ki bu canlı kaldıkça kadın çekiciliğini kaybetmez. Fakat o dişilik ruhu tükendiği gün bir külçedir artık!”

      Avukat Rıza Sedat içini çekti:

      “Öyledir azizim. Bağ bozumundan sonra kadın, iç sıkıcı, yürekler acısı bir mahluk olur. Bu kadın eğer bir erkeğin hayatına bağlanmışsa yapacağı bir iş kalmıştır. Elinden geldiği kadar kocasına arkadaş olmak ve boş yere kıskançlık gürültüleri çıkarmamak.

      Sevilmek çağını atlamış, çekiciliğini kaybetmiş bir kadın eğer bunları yapamazsa erkek için canlı bir felaket olur. Bu kadın artık faydasız, manasız bir yükten başka bir şey değildir.”

      Tatlı tatlı konuşan dört erkek hep birden içlerini çektiler:

      “Öyledir efendim öyledir!”

      O anda salonla kış bahçesini ayıran saksı ağaçlarının geniş yaprakları hışırdadı. Başlarını çevirdikleri zaman pembe tuvaletli, kızıl saçlı bir kadının kendini göstermemeye çalışarak salona geçtiğini gördüler. Ahmet Melih Bey:

      “Eyvah!” dedi. “Hanım bizi dinliyordu galiba.”

      Nâzım Cemal Bey teklifsizce:

      “Git bir dolaş bakalım.” dedi. “Kadınları şüphelendirmeye gelmez.”

      Yalnız kaldıkları zaman Avukat Rıza Sedat gülümsedi:

      “Karısı konuştuklarımızı işittiyse hepimizi aforoz edecek.”

      O zamana kadar pek lakırtıya karışmayan Mühendis Ragıp Bey tasdik etti:

      “Etse de haklıdır. Bahsettiğimiz kadınlar arasına girmek üzere.”

      “Girdi de geçti bile! Nermin Hanım’ı ben on beş yıldan beri tanırım. Ahmet Melih’le evleneli birkaç yıl olmuştu. Aşağı yukarı otuz sekiz, otuz dokuz vardır. Otuz yaşına kadar her yıl dönümünde ziyafet verirdi. Otuzu geçince artık bu davetlerin adı değişti. Şimdi isim günü diye çağırıyor.”

      Nâzım Cemal hafızasını yoklamaya çalışarak ilave etti:

      “Tamam otuz dokuz yıl var. Mısır’dan geldiğim sene idi. O zamandan beri Nermin Hanım isim günlerine başladı. Demek bu gün, tam otuz dokuz yaşında.”

      Avukat Rıza Sedat eski bir macera hatırlar gibi gözlerini süzdü:

      “Evet, zaman