Burhan Cahit Morkaya

Sevenler Yolu


Скачать книгу

kış bahçesinde kulağına çalınan dedikoduları hatırladı.

      Nâzım Cemal Bey nelerden bahsediyordu?

      “Sevilmek çağını atlamış, çekicilik kudretini kaybetmiş bir kadın erkek için canlı bir felaket olur.”

      Acaba şimdi o da kocası için bir felaket mi? O hâle geldi mi? Çekicilik kuvvetini kaybetti mi?

      Birkaç yıldır üzerinde toplanan erkek bakışlarının ağırlığı, kesafeti kalmadığını kendi de hissediyordu. Bunu önceleri artık itiyat hâline gelen kendi durgunluğuna veriyordu. Fakat belliydi ki genç ve orta yaşlı erkek bakışları dolmuş bir tramvay gibi önünde durmadan geçip gidiyordu. Eskiden Beyoğlu’na indiği zamanlar onun otomobilinden inişini veyahut bir mağazadan çıkışını görmek için yolunu kesen, hatta otomobil kapısını açmaya koşan, sakat iğneci çocuk gibi kalabalığı yarmaya çalışan erkeklerin şimdi sadece başlarının bir hareketi ile iktifa ettiklerini görüyordu.

      Vakıa eski çevikliğinin, eski alımının kalmadığını kendisi de biliyordu. Biraz yağlanmıştı. Yüzünün hatlarında eski elastikiyet kalmamıştı. Fakat terzisi, manikürcüsü, iskarpincisi ve emektar oda hizmetçisi her vesile ile temin ediyorlardı ki o daha çok gençtir.

      Kendisini yokluyor. Vücudunu âdeta yıpranmamış, içindeki kadınlık arzularını hâlâ ilk evlilik zamanlarındaki kadar taze buluyordu.

      Yalnız bir defa ana oluşunun da tesiri vardı. Hayatı rahat geçmişti. Üzüntüsü yoktu. Etleri, sinirleri cinsî ve tabii acıları o kadar az duymuştu ki bu maddi tazyik ve işkenceleri tatmak ihtiyacını bile hissettiği zamanlar olmuştu. Fakat varlığının en az yaşayan köşesi kalbi idi. O, yıllarca kapalı kalmış bir bonbon vazosu gibiydi. Bunu açmak kimseye nasip olmamıştı. Hayatında etine ve kemiğine en çok yaklaşan kocası bile kalbinin tılsımını bulup açamamıştı.

      Acaba Nâzım Cemal’in dediği gibi o çekicilik kudretini kaybetmiş miydi? Kalbini yokluyor, aynada gözlerinin içine bakıyor, bütün kadınlık hislerini kontrol ediyor, fakat kendisiyle meşgul oldukça endişeleri artıyordu.

      Hakikat, artık bir erkeği kendisiyle meşgul edemeyecek hâle gelmiş miydi? Şüphenin verdiği ızdırabı başka ne verebilir? Bu öyle zalim bir şüphe ki mağrur bir kadını hırsından kahredebilir.

      Elindeki aynaya şimdi düşman gibi bakıyordu. Ne kendisi ve ne bu yuvarlak cam parçası bu elim şüpheyi silecek cevap verebilecekti.

      Çekicilik kudretini kaybedip kaybetmediğini anlamak için bitaraf gözlerin ifadesi lazımdı. Fakat ne olursa olsun, son birkaç yılın taze hatıraları bu şüpheyi kuvvetlendiriyordu.

      Kendisi de hissediyordu ki erkekler üzerinde eski tesiri kalmamıştı.

      Balolarda kendisine verilen şerefli mevkilerin yavaş yavaş başkaları tarafından işgal edildiğini; dans davetlerinin azaldığını görmek ve kendi yanında gençlikleri ve güzellikleriyle şöhret kazanmış kadınlar üzerinde mütalaa yürütüldüğünü duymak kendi şöhretinin artık durduğu, güzelliğinin maziye ait bir hatıra olmaya başladığını anlatmıyor muydu?

      Aynayı şiddetle elinden fırlattı.

      Fil dişi çerçeveli, yuvarlak, billur parçası hakikati söylemenin cezasını üç parça olmakla ödedi.

      Şimdi kumral başını yumuşak yastıklara gömmüş, derin bir yeis içinde ağlıyordu.

      Buhran uzun sürdü.

      Aşağıda kıranta, bekâr arkadaşlarıyla maceralardan, yeni eğlencelerden konuşa konuşa bol bol içen Ahmet Melih Bey misafirlerini geçirip odasına çıktığı zaman o hâlâ aynı vaziyette dalgın yatıyordu. Ahmet Melih’in arkadaşları birdenbire Beyoğlu’nda bir eğlenti icat ederek kalkmışlardı.

      Ahmet Melih onlarla beraber gitmeye can attığı hâlde böyle geç vakit sebepsiz evden çıkmanın bu akşam zaten sinirleri bozuk görünen karısını altüst edeceğini düşünmüş, kalmıştı.

      Yorgundu da.

      Karısının hâlâ soyunmamış olduğunu görünce latife etti:

      “Ne o, yine bir gece âlemi yapmak mı istiyorsun?”

      Bu ses, Nermin Hanım’ı dalgınlıktan uyandırmaya kâfi geldi.

      Biraz evvelki düşünceleri arasında bu hatıra da vardı. Eskiden isim gününün gecesini hep yeni âşık ve maşuklar gibi sabahlara kadar uzak ve değişik yerlerde âdeta bir bohem hayatı içinde geçirirlerdi.

      Birdenbire başını kaldırdı. Islak gözlerinde canlı bir neşe doğuvermişti.

      Bu teklif ona hâlâ eski mesut günlerinin devam ettiğini müjdeliyordu.

      Bir çocuk sevinci ile kocasına baktı:

      “Tabii, çıkmayacak mıyız bu gece?”

      Çözülmeyen kravatını hızla çekip çıkaran Ahmet Melih Bey içkiden mahmurlaşan yorgun gözlerini yumdu:

      “Bu saatten sonra mı? Vazgeç canım. Öyle uykum var ki!”

      Biraz evvel arkadaşlarıyla eğlentiye gitmek için can attığı hâlde karısının yatak odasına girince uyumaktan başka bir şey düşünmeyen Ahmet Melih Bey ceketini de çıkarırken:

      “Hem kimse kalmadı ki. Hepsi gitti.”

      “Biz ikimiz varız ya. Karı koca gideriz.”

      İskarpinlerinin bağlarını çözmekle uğraşan Ahmet Melih Bey’in göz kapakları kurşun bağlanmış gibi düşüyordu. Eğilip kalkmaktan yorulduğu için oflayıp puflayarak cevap verdi:

      “ Sen hâlâ yorulmadın galiba. Benim öyle uykum var ki.”

      Parlamamak için kendini güçlükle tutan Nermin Hanım’ın sesi titriyordu:

      “Eskiden böyle olmuyordu. Beraber, baş başa gezmemizi sen istiyordun. Misafirlerden sıkıldığını sen söylüyordun. Doğum günümün programını sen hazırlıyordun.”

      Pijamasının pantolonunu ayağına geçirmek için sendeleyen Ahmet Melih Bey öksürüklere karışan bir kahkaha arasında cevap verdi:

      “Ooo karıcığım! Sen bizi hâlâ yeni gelin güvey mi zannediyorsun? Nerede o günler? Keşke geri dönseler…”

      Nermin Hanım’ın mukavemeti kırılıyordu. Sinirlerine hâkim olamıyordu. Son bir gayretle ve sükûnetle omuzlarını silkerek:

      “Değişen bir şey yok zannederim.” dedi. “Ben böyle bir şey hissetmiyorum.”

      Ahmet Melih Bey arkadaşlarıyla geçen muhavereyi hatırladı. Sevilmek kudretini kaybettikleri hâlde bunu hissetmeyen kadınların biçareliğinden bahsetmişlerdi. Karısının son cümlesi bu iddianın ne taze bir ifadesi idi.

      Tam istirahat edeceği bir sırada tatsızlık çıkarmamak için sakin, yavaş adımlarla karısına yaklaştı. Ancak bir kardeş şefkati hissini veren laubali, fakat heyecansız bir sevgi ile saçlarını okşadı:

      “Haydi yavrum, yatalım artık. Senin de gözlerinden uyku akıyor. Bak kıpkırmızı.”

      Ve onu alnından öperek ilave etti:

      “Bizim gibi birbirini çok seven ve sevgileri yıllarca süren insanların en büyük zevki uyumaktır.”

      Ve gülerek ilave etti:

      “Uyku en büyük gıdadır. İyi uyuyan insanlar daha iyi sevişirler. Çünkü…”

      Karısının yüzündeki çizgilerin gerildiğini, gözlerinin kıvılcımlandığını fark etmeyen Ahmet Melih vinçten kurtulmuş bir balya gibi kendini yatağa atarak cümlesini bitirdi:

      “Çünkü