Burhan Cahit Morkaya

Sevenler Yolu


Скачать книгу

kulağına çalınan fikirleri benimsemekte haklı idi.

      Artık çekicilik kudretini kaybetmişti. Kocası bile bu en mesut gecesinde onunla baş başa bir eğlenti yapmayı gülünç buluyor, hatta eski hatıralarını olsun tazeleyecek birkaç kelime konuşmayı lüzumsuz görerek ve onun soyunup yatmasını da beklemeyerek bir külçe gibi yatağa uzanıyordu.

      Ahmet Melih Bey gözleri kapalı, yatağından seslendi:

      “Haydi Nermin! Elektrikleri söndür. Bilirsin aydınlıkta uyuyamam.”

      Kızmadan, hırslanmadan kalktı.

      Büyük orta lambasını söndürdü. Yalnız mavi abajurlu gece lambası kaldı. Şimdi odaya bir türbe rengi ve sükûneti çökmüştü.

      Kocası uyumuştu.

      Onun kırçıl başına, yüzünün gevşek hatlarına baktı, baktı. Bütün gençliğini işte bu baş için vermişti. Yirmi yaşından beri gözlerinin en derin sevgisi ile ona bakmış, kollarının en kuvvetli kucaklayışıyla onu sevmişti. Ve kendinde hâlâ o kudreti görüyordu. İçinde hâlâ o ilk sevginin heyecanını hissediyordu. Fakat kendi hisleri ve heyecanları nasıl olup cevapsız, mukabelesiz kalıyordu? Erkek bakışları nasıl olup da gözlerindeki arzuyu sezmiyorlardı? Kabahat onların zevksizliklerinde mi yoksa kendisinde mi idi? Etrafında dönüp dolaşan erkeklere karşı lakayıt, isteksiz davranmış olması mı bu alakasızlığa sebep oluyordu? Fakat bu isteksizliği kocasına karşı da göstermiş değildi ki! Artık bunu kabul etmek lazımdı.

      Kış bahçesinde kulağına çalınan dedikodular acı olmakla beraber biraz hakikatti. Yalnız onları, kadınlar hakkında bu dedikoduyu yapan erkekleri aldatan bir nokta vardı: Kadınlar çekicilik kudretlerini her erkeğe hissettirmezler ve hangi yaşta olursa olsun, her kadının erkeği yenecek ihtiyat silahları mevcuttur.

***

      Gecenin son saatlerine kadar kocasının horultularını dinleyerek hayatını düşünen, hatıralarıyla yaşayan Nermin Melih Hanım yatağına uzandığı zaman kararını vermişti. Bu isteksiz, hareketsiz, hararetsiz hayata tahammül etmeyecekti. Sevilmedikten, beğenilmedikten sonra bir kocanın adını taşımaya ne lüzum vardı?

      Kış bahçesinde konuşan erkekler hükümlerini vermişlerdi. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüştür, diyorlardı. Kocası onda bu ateşi sezmiyordu. O hâlde bu kuru, hareketsiz hayatı beraber sürüklemeye ne lüzum vardı?

      Aralarındaki en kuvvetli bağ sevgileri idi. O bu sevginin artık itiyat hâline gelen samimi hareketlerine kanaat ediyordu. Fakat artık bu itiyatlar, bu samimi ve karşılıklı duygular da çözülmeye başlamıştı. Karı kocalığı birbirine karşı mukavele ile bağlanmış iki iş adamının münasebetine çeviren bu netice üstünde durmak manasızdı.

      Kış bahçesinde çene çalan erkeklerin verdikleri hükümler arasında daha acıları da vardı. Artık sevilmekten kalan kadın kocası için bir felakettir, demiyorlar mıydı?

      Yirmi yaşından beri gençliğinin bütün çiçeklerini verdiği kocasını böyle bir felaketten kurtaracaktı.

***

      Birkaç güne kadar yeni palamut mahsulü üzerine tetkikler yapmak için İzmir’e gidecek olan Ahmet Melih Bey uyandığı zaman karısını odada bulamadı.

      İçkinin ağırlığı sersemlik vermişti. Saatin ona geldiğini görünce fırladı. Ziraat Bankası’nda öğleden evvel bulunmak lazımdı.

      Kahvesini getiren hizmetçiye sordu:

      “Hanım nerede?”

      “Çıktı efendim.”

      “Çıktı mı? Ne münasebet?”

      Kız hafifçe gülümseyerek uzaklaştı. Hanımın nereye ve niçin gittiğini hizmetçiye soramazdı. Herhâlde terziye gitmiş olacaktı.

      Öğleden sonra kalabalık olduğu için o provalara sabahları giderdi. Yahut da kim bilir belki de yorgunluğuna rağmen her sabahki yürüyüş programını bozmamıştı.

      Aşağıya indiği zaman otomobili kapıda buldu.

      Şoföre sordu:

      “Hanımı götürmedin mi?”

      “Hayır efendim.”

      Bu cevap Ahmet Melih Bey’in kanaatini kuvvetlendirdi. Karısı sabahları yürümek için Tünel’e kadar gidip geliyordu.

      “Çabuk bankaya!”

      İzmir ve Aydın palamut mahsulünü bir elde toplayan Ahmet Melih son zamanlarda bu işe başka sermayedarların da karıştığını gördüğü için tedbirli davranmak istiyordu. Tehlike karşısında zararı nerede durdurmak mümkünse yapmak lazımdı. Bu palamut işi başka şeye benzemezdi. İçine başka, rakip eller girince tılsımı bozulurdu. Hiçbir sermayesi olmayan bu mahsulü ecnebi piyasalarına tok fiyatla satabilmek için bir elden idare etmek mecburiyeti vardı.

      Ahmet Melih Bey bu meseleyi aylarca düşündükten sonra aradığı çareyi buldu. Palamut işini banka hesabına fakat kendi vasıtasıyla yapmak için bir mukavele yaptı. Bu gün öğleden evvel bu mukaveleyi imzalayacaktı. Bu mukavele ile vakıa işin kaymağı elinden gidiyordu. Fakat ne olsa kazancın bir kaymak altı tarafı ve tortusu vardı. Senenin bir nihayet iki ayında onu meşgul edebilen bir iş için bu da az sayılamazdı. Fazla olarak şimdi bankadan geniş mikyasta bir kredi de elde ediyordu. Zaten kurulmuş, kendi kendine işlemeye alışmış, satıcısı, müşterisi hazır bir ticaret işi için büyük sermayeye ihtiyaç yoktu. Mahsulünü toplamazdan evvel yazıhaneye başvuran çiftçiye faizini de hesap ederek mal karşılığı ödünç para vermek daha istifadeliydi.

      Ahmet Melih Bey vaktiyle bu işe bir Musevi ile ortak olarak başlamıştı. İzmir’in meyan kökü ile palamudunun Avrupa piyasasında pek makbul maddeler olduğunu keşfeden Musevi ortağı yıllarca bu işi yalnız başına yapmış, sonra daha geniş mikyasta çalışmak için bürosunu Marsilya’ya nakletmişti. Sekiz seneden beri Ahmet Melih Bey yalnız başına çalışıyordu.

      Eylül, teşrin aylarına doğru İzmir’e kadar gidip birkaç hafta kalmaktan ve muameleye yakından nezaret etmekten başka zahmeti olmayan palamut işi her cihetten onu memnun ediyordu.

***

      Bankadaki mühim toplantıdan saat bire doğru kurtulan Ahmet Melih imza muamelesinin şerefine komisyon azasından yemeği beraber yemelerini rica etti. Beyoğlu’nun büyük otellerinden birinin hususi salonunda hazırlanan bu ziyafet pek resmî idi. Oldukça uzun sürdü. Akşam için de arkadaşlarını davet etmişti. Bir eğlenti yapacaklardı. Bilhassa Nâzım Cemal, Mühendis Ragıp, Avukat Rıza Sedat bu eğlentiyi istemişler, hatta yerini kendileri tayin etmişlerdi. Böyle hususi eğlencelerin tertibini pek iyi bilen Nâzım Cemal programı çizmişti.

      Sıraserviler’de Ruhsar Hanımefendi’nin apartmanında toplanacaklardı. Burada tabiat sahibi zenginler ara sıra buluşur, poker oynar, alaturka saz âlemi yaptırırlardı. Ruhsar Hanım eski ailelerdendi. Yedi ceddi vezirdi. Ehli dil, iyiden, güzelden anlar; güngörmüş bir hanımefendi idi. Dostları, tanıdıkları çoktu. Herkes hatırını sayardı. İstanbul kibar âleminin maruf çehreleri Ruhsar Hanımefendi’nin salonuna hiç yabancı değillerdi. Onun her yerde her köşede eli vardı. Genç ve güzel kadınlar hanımefendi ile tanışabilmek, onun salonuna kabul edilmek için can atarlardı. Zaten adı çok söylenmezdi. Hatta çokları bilmezlerdi bile… Ona herkes sadece “Hanımefendi” derdi.

      Ahmet Melih gibi zevk ve para sahipleri güzel ve genç kadınları Hanımefendi’nin yardımı ile tanıdıkları için onlarca da itibar görürdü.

      Poker partileri, saz âlemleri Hanımefendi’nin daire masrafını fazlasıyla çıkarıyordu.

      Nazım Cemal, Hanımefendi’nin bu muvaffakiyetle kendisini incitmeden alay etmek için ona “Monte Karlo Prensesi”