Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

k yaşlarda ölmüş; üç kız arasında bir tek oğlan olduğumdan dolayı babamın, anamın; bilhassa babamın aşırı muhabbetleri, hoşgörüleri beni pek şımarık, pek yaramaz bir çocuk yapmıştı.

      Malum olduğu üzere mezarın kenarına kadar ister istemez sürükleyip götürdüğümüz kötü huyların tohumları, özellikle beşik etrafında emeklediğimiz günlerden itibaren anadan, babadan gördüğümüz sevgiler ve hoşgörülerle canlanmaya başlar. Çocuklar, ana baba şefkatine muhtaçtırlar; fakat yaşamak için muhtaç olduğumuz su bile lüzumundan fazla olunca bizi boğar, öldürür. Çocukları sevmeli, fakat onlara bunu hissettirmeyerek sevmeli. Bu gizli sevgi çocuk terbiyesinin temeli gibidir.

      Benim hatıra, hayale gelmez türlü şarkadalıklarımdan (o zaman Niğde’de çocuk yaramazlıklarına böyle derlerdi) annem pek bizar olduğundan daha beş yaşıma bile varmadan, def-i bela kabilinden bir tedbir olmak üzere beni evimizin karşısındaki mahalle mektebine devam ettirmek istedi. Ben de memnuniyetle gidiyor, yaramazlıklarımı orada biraz değiştirerek yapmaktan geri durmuyordum. Mektep gibi, hocası da komşumuz olduğu ve beni, -anamın, babamın ne kadar sevdiklerini bildiği için- gücendirmek istemeyerek pek hoşgörülü davranıyor; ben mekteple ev arasında mekik dokuyarak zamanımın çoğunu sokakta geçiriyordum. Harfleri birer işkence aletinin resmi gibi hiç sevmediğimden ne annemin maksadı hasıl oluyor, ne de ben mertek gibi “elif”, badem gözlü “sad”, kuzu başlı “kaf’, yay gibi “ye” diyerek vasıflarıyla öğretilen elifbayı öğreniyordum. Niğde’de bir buçuk saatlik mesafede bulunan Bor kasabası mekteplerinde o zaman elifba yerine bilinen ebced “elif, be, cim, dal…” diye okunuyordu.

      Tahrirat müdürlüğünde bulunan babam geçici bir memuriyetle Aksaray Kazası’na giderek iki aydan fazla orada kaldığı için annem benim evle mektep arasında mekik dokumama nihayet vermek istedi. Beni kendisinin de okumuş olduğu, mahallemize hayli uzak bir mektebe gönderdi. Sabahları bir uşakla gidecek, akşamları yine onunla dönecektim. Evvelce hiç tanımadığım bu mektebe uşakla gittim; fakat öğleden sonra koşa koşa yalnız dönerek, benim yaramazlıklarımdan birkaç saat kurtulduğundan tabii memnun kalan annemin karşısına dikildim.

      Muhterem okuyucular, beni mektep kaçaklığıyla suçlamadan evvel, bakınız kaçtığım nasıl bir mektep, korktuğum nasıl bir hoca idi:

      İçini ilk defa gördüğüm bu mektep, yapı bakımından o zamanki Niğde çocuk mekteplerinin en iyisi olmakla beraber; Niğde gibi mutedil bir iklimde mektep değil, Küçük Asya’nın ortalarında, Kuzey Kutbu yakınlarındaki insan meskenlerine bir karşılık yapmak isteyenlerin o hâle konulmuş zannedilen “Hafız Osman” mektebidir.

      Binaya oranla pek küçük olan kapısının tahta aralıklarına, cingi denilen kara taştan yapılmış sökelerine temas eden kenarlarına, ak ve kara koyun, keçi pöstekisi parçaları çivilenerek garip bir şekil verilmiş, pencerelerine üç ay evvel kaba kâğıt yapıştırılarak temiz havanın girmesinden, aydınlanmaktan pek zalimce menedilmiş bir mektep!

      Her şeyden evvel yaşamak için havaya, ışığa muhtaç olduğumuz bilinmeyerek; birine giriş, ötekine çıkış bırakmayan bu yerde bir şey öğrenmenin imkânı düşünülür mü?

      Kapıdan girince yalnız çocukların nefesleriyle ısınmış, rutubetli ve üç aydan beri temiz hava cereyan etmediği için kötü kokulu bir karanlık içinde kaldım.

      Bereket versin ki Hafız Osman’ın gözlerindeki zayıflıktan dolayı yanındaki pencere, kâğıtların ötesine, berisine bezir yağı sürülerek biraz şeffaflaştırılmıştı. El kadar bir ayna kırığının sırı sıyrılarak şeffaflığı iade ile bu kâğıtlardan bir tabakasının ortası kesilip oraya yapıştırılmış olduğundan camdan eğik olarak giren güneş ışığı, mektebin havalanan tozlarını aydınlatıyordu. Bu tozlardan hasıl olan sarı kehribara benzer ince bir sütunun yardımı ile cüssece emsali nadir iriliği, insan şeklini bozacak derecede şişmanlığı, kirpikleri tamamen dökülüp, kapakları dışarı kıvrılarak etrafına kızıl kaytan geçirilmiş gibi duran küçük, sönük gözleriyle korkunç bir mahluk olan hocayı; sağ tarafta peliad denilen ve istirahat zamanlarında sekizi onu birbiriyle sarmaş dolaş olarak yatan yılan derneği gibi yığılmış ince, kalın kızılcık değneklerini, sol yanında köşeye dayanmış duran uzun sırığı, duvara takılan falakayı gördüm. O güne kadar öylesini hissetmediğim bir korku ile titredim.

      Uşak, önüme geçerek beni hocaya şöyle takdim etti:

      “Bekir Beyzade Hasan Efendi’nin oğludur. Annesi hanım ellerinizden öpüyor.”

      Hoca yüzünü buruşturarak:

      “Bekir Beyzade’nin oğlu mektebe böyle mi başlatılır?”

      “Babası Aksaray’dan gelince tabii âdet yerine getirilir.”1

      “O hâlde bu acele ne?”

      “Çocuk okumaya pek meraklı da!”

      Uşak bana dönerek:

      “Haydi, Hoca Efendinin elini öp!” dedi ve gitti. Hoca Efendi, uşağa, giderken:

      “Muhsine Hanım’a selam söyle!” dedikten sonra, “Öp bakayım!” diyerek elini bana uzattı.

      Küçük çocuklar önünde Budha heykeli gibi görünen hocanın pürüzlü ve titrek eline, dişimi çekmek için ağzıma yaklaşan kerpetene bakıyor gibi korkarak baktığım için:

      “Sen…” dedi. “Ne ürkek çocuksun!”

      Titrek elini, titreyen dudaklarımla öptükten sonra:

      “Otur.” diyerek, galiba bir enkazdan arta kalmış olan ve üzerinde birkaç demir çivi başı görünen kalın kalastan yapılmış rahlesinin önünü gösterdi. Ben, dizlerimin bağları çözülmüş gibi bir oturuşla oraya diz çökünce, Hoca Efendi güya benim korkumu gidermek için bir latife olmak üzere:

      “Burada senin ananı da, dayılarını da ben okuttum. Lütfi Bey iyi çalışmadığı için onun kulağını buraya mıhladım!” dedi ve büyük çivi başlarından birini parmağıyla gösterdi. Ben bu şakayı hakikat olarak kabul ettiğim için, kulağım oraya çakılmadan önce kaçmak isterken hoca:

      “Haydi!” dedi. “Başlayalım, ben ne söylersem sen onu tekrarla… Bismillah…”

      “Bismillah…”

      Ben bu besmeleyi ıstırapla çektiğim gibi “Rabbi yessir.” duasını da tekrar ettim. Bu duadan sonra mertek gibi “elif”ten, yay gibi “ye”ye kadar huruf-ı hecâvı hoca ile beraber söyledik. İlk ders nihayet bulmuş oldu. Çocukların bazıları evlerinden getirdikleri küçük minderlere oturuyorlar idi ise de ekserisi koyun, kuzu, keçi postları üzerinde idiler. Hoca, ikinci sırada sahipsiz bir kara postu göstererek:

      “Hadi!” dedi. “Şimdilik oraya otur bahalım. Yarın sen de bir kuzu postu veya minderle gelirsin…”

      Beni korkutan işkence aletleri iki saat içinde birer birer vazifelerini şiddetle yerine getirdiler: Sırık, hocanın: “Sarı giz (kız) dersine bak!” diye gürlemesinden sonra son sıradaki hastalıklı, zayıf bir kızın başına yıldırım gibi indi. Bu semavi bela yalnız o zavallı hasta kızla sınırlı kalmadı. Sırık havalanınca, üzerlerinde birer kartal dolaşan piliçlerin korkusunu andıran bir heyecan ile gözlerini önlerindeki kuzu başlı “kaf”lara, badem gözlü “sad”lara diken iki oğlan çocuğun yumuşak, ana eliyle okşanmaya alışık başlarını da incitti. Falaka, yeşil kâğıda insan şeklini andırır bir resim yapan çocuğun ayaklarına takıldı. Hoca: “Yaptığın bu adama can ver bahalım domuz!” diyerek bütün ihtiyatlı çocuklar gibi bu ressamın da tabanına koymuş olduğu keçe parçasıyla beraber çoraplarını da çıkartarak ciddi bir düşmanlıkla beş değnek vurdu.

      Fazla olarak, memleketin ileri gelenlerinden birinin oğlu olup Kur’an’ı ezberlemeye; yani hafızlığa çalışan çocuğun bir sayfada dört yanlışından dolayı kulağını vahşice çekerek yarıya kadar yırttı ve “rı”ları “ırı” olarak söyleyen bir kızın burnuna kalem sokup kanlar fışkırttı. Fevkalade fırtınaları takip eden fevkalade sessizlikler gibi bu gürültülerden biraz sonra böyle bir küçük çocuklar topluluğuna hiç yakışmaz bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Çünkü öğleye doğra hoca oturduğu yerde, duvara yaslanarak uyumaya başlamıştı.

      Çocuklar bu uykunun sonsuz olması arzusunu birbirine işaretle anlatırken ben, bizi binbir türlü yaşamak azabına mahkûm eden vücutlarımızdan