livalarda maarif komisyonları teşkil olunduğundan Said Paşa, bu meclisin kâtipliği ile vilayet gazetesi muharrirliğini, telgrafla bana teklif ettirdi.
Babam, bu on beş günlük temas ile paşanın gerçekten büyük ve mükemmel bir adam olduğuna kanaat getirdiğinden, derhâl kabul etti. Gözleri önünden ayırmamak için İstanbul yollarını gözyaşı selleri ile kesen anam, beni Niğde’de çok sevdiği bir hayat yoldaşı ile bir yaşında güzel bir oğlan çocuğa ve birkaç gün yaşayan bir kızımın mezarına görünmez ve kırılmaz bir zincirle bağladığı için muhalefet etmedi. Esat Paşa merhumun yurt çocuklarını cehaletten kurtarmak yolundaki ciddi, azimli ve fiili teşviki olmasa; Esat Paşa’nın sorgusu babamın kulağına kızgın bir demir çivi gibi girdiğini söylemese; onun gözlerini yaşarır görerek ruhumun derinliğinde büyük bir fırtına kopmasa, şüphesiz mektebe gitmeyecek ve Said Paşa Niğde’ye gelmese orada mıhlanıp kalacak, uzun yıllar devlete ve memlekete hizmet şerefiyle bahtiyar olmayacaktım.
Allah Esat Paşa’ya da, Said Paşa’ya da, babama da bol bol rahmet etsin.
KONYA
Maarif Meclisi – Bu Meclisin Kâtipliğinde Vali ile Halef Selef Olmak – Fil Hikâyesi
Konya Valisi merhum Müşir Mehmet Said Paşa’nın Maarif Meclisi kâtipliği ve vilayet gazetesi muharrirliği ile beni Niğde’den Konya’ya getirdiğini söylemiştim.
Valinin reisliği altında toplanan bu mecliste, vilayetin idare, adliye ve maliye ileri gelenleriyle Konya Merkez Livası Mutasarrıfı, Mevlâna Celaleddin’in postnişini Safvet Çelebi ve diğer çelebilerin, eşrafın, ulemanın ileri gelenleri; hatta âyan azasından, Konya’ya sürgün edilmiş olan İngiliz Ali Bey (maruf Ahmet Rıza’nın babası) de aza sıfatıyla bulunduruldukları için, azanın sayısı otuza yakındı.
Ben meclisin teşekkülünden bir ay kadar sonra geldiğim için Vali Paşa kâtiplik ve sandık eminliği vazifelerini bizzat yapmış bulunduğundan kendisiyle halef selef oluyorduk.
Paşa, gerçekten mali bir müessese gibi gelirler, masraflar, yevmiye, kararlar hulasası vesaire için muntazam defterler hazırlayarak işe başlamış ve galiba kendi kesesinden verdiği birkaç bin kuruşu yardım adıyla gelir defterine ve dört ilk mektep hoca ve kapıcılarının maaşlarını, benim için yaptırılan yazı masası vesaire bedellerini de masraflar defterine bizzat yazarak, bunların makbuz senetlerini bir zarf içinde saklamıştı.
Paşa’nın önüne değil, sağ yanına konmuş olan küçük masa ancak yazı takımı ile bir sigara tabağı sığabilecek kadar küçük olduğundan, bu defterler odanın bir kenarını baştan başa kaplayan şeker renginde keten örtülü sedirin, paşanın sol yanındaki ucuna konulmuştu.
Konya’ya vardığım günün ertesi sabahında hükûmet konağına Paşa ile birlikte gittik. Kendisi koltuğuna oturmadan bana defterlerin yanını göstererek:
“Şuraya oturunuz.” dedi. “Halef selef, devir ve teslim muamelesini yapalım.”
Sedirin kenarına oturdum. Paşa birer birer defterleri açarak kendi yazdıkları gelir ve masrafları gösterdikten sonra, bana gözü önünde kaydettirmek üzere, deftere geçirmemiş olduğu bir iki küçük masraf makbuzunu zarftan çıkararak: “Bunları kaydediniz bakayım.” dedi. Ben defteri dizlerimin üstüne koyarak işe başladım.
Paşa:
“Durunuz!” dedi. “Defter ve her şey masa ve yazıhane üstünde yazılır. Fakat burada onlardan bir şey yok. Diz üstünde yazmak gerekli ise de böyle “siyakat vav”ı gibi bükülerek değil, bir bacağınızı ötekinin üstüne koyarak tabii masayı biraz yükseltirsiniz.”
Bu türlü oturmaktan sıkıldığım için tereddüt ettim, paşa:
“Şimdi önünüzde görülecek bir iş var.” dedi. “Bu iş siz nasıl oturursanız daha kolay, daha çabuk görülecek ise öyle oturmak lazım gelir; bunda edep ve terbiyeye dokunacak bir şey düşünülmez, düşünülemez.” dedi.
Öyle oturdum. Nezareti altında iki masrafı deftere yazdıktan sonra Paşa:
“Şimdi…” dedi. “Bunları yevmiye defterine de geçireceksiniz…”
O zamanlarda sabit mürekkep ve kurutma kâğıdı kullanılmadığından yazıyı kurutmak için elimi paşanın rîgdânına (yazı takımları teferruatından, içine gayet ince kum konulan delikli kap) uzandım. Paşa:
“Yok!” dedi. “Olmaz. Defterlerde kum kullanılmaz. Çünkü yaprakların arasında kalır, ciltlerini bozar; yazılar kuruyuncaya kadar defteri açık bırakarak başka işle meşgul olursunuz.”
Ben hesap işlerinden hiç hoşlanmadığım gibi, kabul ettiğim hizmetin hesapla alakası ihtimalini de düşünmemiş olduğumdan, işe rakamla başlamaktan biraz hayal kırıklığına uğramış gibi oldum. Bereket versin ki pek az ve ehemmiyetsiz şeyler.
Paşa defterlere arzusuna uygun olarak kaydedeceğime kanaat getirdikten sonra yaveri çağırarak, ona: “Bu defterleri Hâzim Bey’in matbaadaki odasına gönder.” ve bana: “Matbaada bir işiniz olmadığı zamanlarda mektupçu beyin yanında oturacaksınız. Biz kendisiyle konuştuk.” dedi.
Mektupçu, Şair Mehmet Nâzım Bey, Niğde’den gönderdiğim yazıları, beni teşvik için gazeteye geçirmekte bulunmasından dolayı, hakkında gıyaben hürmet ve muhabbetle duygulandığım için, daima onun yanında bulunacağıma pek sevindim. Matbaanın gazete nazırı, manzum ve mensur yazıları eksik olmadığı için gazetenin gerçekten muharriri de o demek olduğundan, tabii en ziyade görüşeceğim, irfan ve zekâsından faydalanacağım bir zat idi.
Nâzım Bey cidden çok sevimli ve necip ruhlu bir insan olduğundan üç sene kadar süren daimi yakınlıktan zevk aldım ve çok istifade ettim.
Gerek Said Paşa, gerek Nâzım Bey beni terbiye etmeyi ve aydınlatmayı kendilerine bir insanlık vazifesi saymış gibi hareket ettiler. Nâzım Bey’i Konya’ya vardığım günün akşamında ziyaret etmiştim. Mektupçu odasına girince: “Gel bakayım küçük mektupçu. İnşallah büyük mektupçu da olursun.” diyerek pek güleç bir yüzle beni kabul etti.
Hürmetle, muhabbetle elini öperek gösterdiği sandalyeye oturdum. Meclis; haftada bir defa pazar günleri valinin konağından başlayarak bütün azanın mevsime göre evlerinde, bağlarında, bahçelerinde, külfetli bir öğle yemeğinden sonra müzakereye başlardı.
Bu haftalık ziyafetin başlıca gayesi, hayır eserlerinin izlerinin kalmamış oldukları tetkiklerle anlaşılan ve yeniden yapılmalarına hacet olmayan çeşit çeşit eski zaviye (tekkelerin vesairenin; her kapanın elinde kalmış olan kilitlerini, ilk mektepler maarifine karşılık olmak üzere Maarif İdaresi adına zapt etmek olduğu hâlde, azadan birçoğunun uzaktan yakından alakadar oldukları bu meselenin meclisin umumi heyetinde müzakeresi, işi lüzumundan ziyade uzatmıştı. Aradan epeyce uzun bir müddet geçtiği hâlde bir şey yapılamaması, Vali Paşa’nın dikkatini celp ettiğinden, geceleri mektupçunun evinde toplanarak, yapacakları incelemelerin hulasasını pazar günü meclise arz etmek üzere heyetten bir komisyon seçildi.
Bu komisyon muntazaman devam ederek, altı gecede yaptığı inceleme neticeleri de, pazar ziyafetlerinin doldurduğu midelerle iki üç saat bile müzakereye tahammül edemeyen umumi heyette yine türlü türlü itirazlarla uzamaktan kurtulamıyordu.
O sırada İstanbul’da çıkarılan Tarik adlı gazetenin hoş üsluplu bir Konya mektubu, azanın, harap olmuş vakıflarla alakasız kısmını pek haklı olarak sinirlendirdi. Ben de tabii onlara katılıyordum.
Bu mektup, meclisin devam tarzı ve gördüğü işler hikâye edildikten sonra “İş için toplandılar, oturdular, konuştular; kalktılar.” manasına gelen