yazamam, hatta aruzu da hiç bilmem.” diyerek özür diledim. Nâzım Bey:
“Aruzu hatta ben de layıkıyla bilmem. Fakat yazdıklarım ona uygundur. Bu bir dikkat ve alışma meselesidir. Bir müddet devamlıca şiir okursanız vezinli yazmak kabiliyeti sizin haberiniz olmaksızın hasıl olur.” dedikten sonra kendi gazellerinden birini bana okutturarak “Pekâlâ okuyorsunuz.” diyerek geceleri okumak üzere Ziya Paşa’nın “Harabat” isimli eserinin bir cildini bana verdi.
Hâlbuki Ziya Paşa Adana’da vali iken bastırıp parasız dağıttığı şiir mecmuası o sıralarda Niğde’ye geldiğinden, onun muhteviyatını ve “t” kafiyesinin nihayetine kadar Hâfız Divanı’nı ezberlemiş olduğum hâlde, aruz vezinlerini anlayamamıştım. Nâzım Bey’in vilayet gazetesine konan şiirleri ve onun devamlı teşvikleri Konya’da ve vilayete bağlı yerlerde birçok şair meydana çıkarmış. Bunlar arasında, daha doğrusu başında:
“Gel, ne korkarsın ecel, simâ-yı zerdimden benim,
Kurtar Allah aşkına dünyayı, derdimden benim”
matlalı gazeli gramofon disklerine alınan, istinaf müddeiumumisi (İkinci Meşrutiyet âyanından) merhum Mehmet Galip Bey bulunuyordu.3
Nâzım Bey zorla beni bu şairler arasına soktuğundan hece sayarak gazel ve mesnevi tarzında manzume taslakları yazmaya ve vilayet gazetesinde bastırmaya başladım.
Namık Kemal merhumun arkadaşlarından, Nafia muhasebecisi Mahir Bey sürgün olarak Konya’da bulunuyordu. Haftada bir kere şairler, edebiyat heveskârları Mahir Bey’in evinde toplanır, her biri bir yemek getirmek suretiyle orada yenir, içilir, gece yarılarına kadar eğlenilirdi. Bu ev, şiir ve edebiyat dergâhı ve Mahir Bey, Namık Kemal’in arkadaşı ve hatta hatırımda yanlış kalmamış ise onun bir eserinin “Mahir” imzasıyla neşredilmiş olması münasebetiyle dergâhın postnişini sayılarak kendisine:
“Neşve-bahş-ı bezmi sahba
El-Fakir Mahir baba”
yazılı büyük bir mühür yaptırılmıştı. Fevkalade toplantılara bu mühür basılmış davetiyelerle çağırırdı. Bu toplantılardan birinde Acemlere yakışırcasına mübalağalı bir gazel müsabakası yaptılar. Ben de ister istemez iştirak ederek:
“Ol kadar ettim teâlî lâmekân-ı aşka”
Arş-ı âlâ en peşin bir âstânımdır benim
diye garip bir beyti bulunan bir gazel yazdım. Mahir Bey’le eşraftan Tahir Paşa, Galip Bey hakem oldular. Bu beyitteki mübalağadan dolayı müsabakayı bana kazandırarak mükâfatı olan Murat Bey’in Umumi Tarih’ini verdiler.
O senelerde Konya kadılığında İstanbul payelilerden Emin Efendi namında bir zat bulunuyordu. Maarif Meclisi azasından olduğu için haftada bir defa görürdüm. Derecesini takdire muktedir olmadığım ilminden ziyade yüzünün heybetli güzelliğinden, pek iyi ve temiz giyinmesinden dolayı kendisini çok sever ve hürmet ederdim. Bu gazel vilayet gazetesinde yayınlandığı gün Emin Efendi beni şeri mahkemeye davet ederek güzel yüzünde az çok kırgınlık eseri görüldüğü hâlde:
“Oğlum!” dedi. “Eski kadılar olsa seni bu mahkemeye ‘şer-i had’ ile cezalandırmak üzere getirtirlerdi. Ben muhakeme ve ceza için değil, babaca nasihatle seni ikaz maksadıyla çağırdım. Gazetede bir gazelini gördüm. Çok teessüf ettim; hem arş-ı âlâya: ‘Benim en alçak bir eşiğimdir.’ denir mi? Hemen tövbe ve istiğfar et. Bundan sonra böyle şeyler yazma.”
“Halisane ihtar buyurmanıza teşekkür ederim.” dedim. “Fakat bu arş-ı âlâ aşk lâmekânının arş-ı âlâsıdır; asıl arş-ı âlâ ile bir münasebeti yoktur.”
Emin Efendi:
“Ne olursa olsun!” dedi “Arş-ı âlâ, arş-ı âlâdır. Bunun hakikisi, mecazisi filanı olmaz…”
Bir iki ay sonra, bir hadisenin ilhamıyla ve kadıya verdiğim söze rağmen Allah’a hitaben yazıp gazetede yayımlanan bir gazel, İkinci Abdülhamid devrinin matbuat sansürü veya jurnal edilmek korkusu henüz başlamamış veya taun mikrobu gibi vilayetlere yayılmamış bulunduğuna şahit olduğumdan hatırda kalan mısralarından yalnız matla beytini buraya nakledeceğim:
“Zâlimleri ikdâr ile sen azlem edersin
Mazlumu tazallümde dahi ebkem edersin”
Bu gazel, gazetede çıktığı gün akşamüzeri Vali Paşa’nın odası önünde muhteşem kadıya rastladım. Görünmemeye, kaçmaya imkân yoktu. Kadı hemen kolumdan sımsıkı tutarak:
“Sen!” dedi. “Çok sevimli, terbiyeli bir çocuksun; fakat kaleminde garip bir azgınlık var. Ben mahkemede sana ne dedim? Sen bana ne yolda söz verdin? Günleri ne çabuk unuttun? Bugünkü gazeteye gazel diye bastırdığın o hezeyanlar nedir? Bu evvelkinden de berbat! Onda hiç olmazsa arştan, lâmekândan dem vuruyordun, bunda arşı farşı da bırakarak doğrudan doğruya Vacip Teâlâ hazretlerinin (Tanrı’nın) tasarrufat-ı samadaniyesine (ilahî tasarruflarına) karışıyorsun. Bu ne cüret! Bu ne kadar haddini bilmezlik! Böyle kötü, dünyada ve ahirette zararlı şeylerden başka yazacak mevzu bulamıyor musun?”
Konuşmayı kısa keserek kadının elinden kurtulmak için:
“Bu nasılsa yazıldı.” dedim. “Bundan sonra böyle şeyler yazmam.”
Emin Efendi, vaadime inandığına hiç de inanmayan bir tavırla kolumu bıraktı ve: “Allah ıslah etsin!” demek ister gibi başını iki yana çevirerek gitti.
İlmî rical içinde bağnazca değil, büyüklükçe bir benzeyenini görmediğim bu heybetli kadının ruhu şad olsun. Bu gazelden sonra galiba suya sabuna dokunmaz bir iki manzume yazarak şairliğe yahut nâzımlığa nihayet verdim.
Bundan bir iki gün sonra Vali Müşir Mehmet Said Paşa:
“Bugün sizinle mühim bir mesele hakkında konuşacağım…” diyerek beni yanına oturttu ve devam etti:
“Gazetede şiirlerinizi görüyorum. Ben, bizim İran taklidi şiirlerden hiçbir lezzet almam; hatta layıkıyla anlamam bile. Yazdığınız şeyler iyi olabilirler. Nasıl olursa olsun, onları yazmak için harcadığınız zaman kaybını karşılayamazlar. Maalesef itirafa mecburuz ki, bu memlekette güzel sanatlar zevki, henüz sayılı birkaç kişiye münhasırdır. Şimdiye kadar biz Türklerden refaha kavuşmuş bir şair, bir ressam, bir musikişinas görmedim, duymadım. Hele şairlerimiz hiç istisnasız zaruret içinde yaşamaya mahkûm bulunuyorlar. Bu yüzden de kendilerini içkiye vererek üstelik sıhhat nimetinden de mahrum oluyorlar. Bütün ömürlerini sefalet içinde ve “felek” namıyla icat ettikleri hayali bir musibet amiline sövmekle geçiriyorlar. Sizin de bu bedbaht zümreye katılmanıza gönlüm razı olmuyor. Yaşınız her şeyi öğrenmeye müsaittir. Bir fenne bile bağlanabilirsiniz: Onunla beraber memur mesleğinde kalsanız bile, idari, adli veya mali mesleklerden ihtisas sahibi olmanız lazımdır. Bu ihtisası peyda edebilmek için mutlaka Avrupa dillerinden birini öğrenmek mecburiyeti var. Çünkü herhangi bir meslekte ilerlemeye yarayacak kitap yok. İnsan şimdiki kitaplarımızdan ne kadar çok okursa okusun, gözü bağlı olarak kuyu dolabına koşulmuş bir at gibi, küçük bir daire içinde döner durur. İlerleme ve olgunlaşma yolunda bir adım mesafe ilerleyemez.”
Müşir Paşa’nın bu samimi ihtarı beni son derece duygulandırmıştı. Gözlerim yaşardı:
“İkaz ve irşad-ı devletlerine kemal-i minnetle teşekkür ederim; bundan sonra hem şiir yazmayacağım, hem de mutlaka bir ecnebi dil öğreneceğim.”
Bugün, yani bu konuşmadan aşağı yukarı yarım asır kadar sonra bu satırları