Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

anlaşılınca, kendisinden istifade hususunda acele ederek, bu dile nasıl başladığımı, nasıl çalıştığımı anlattım. Beni gramerden imtihan etti. Kendisinden ders almaya muhtaç olmadığımı, fakat en yüksek kelimelerden tahminen iki üç bin kelime bilip de konuşmada kullanılan bayağı sözleri bilmediğime ve kulaktan anlamadığım gibi kelimeleri kolayca telaffuz etmediğime şaşarak:

      “Sizin için yapılacak şey…” dedi. “Dili söylemeye ve kulağı anlamaya alıştırmak üzere Fransızca konuşmak ve şiir ezberleyerek daima yüksek sesle okumaktır.”

      Kendisinin ezber bildiği manzumelerden birkaçını yazarak bana verdi. Benim bunları yazıp bir iki defa okumayla ezberlediğimi görünce, manzumelerin sayısını arttırdı. Ezberlediğim şeylere mahsus olarak dilim ve kulağım biraz yola gelir gibi oldular. Fakat söylemek istediğim sözleri söylerken cümlelerin tertibini koruyordum. Hiçbir şey yazmak tecrübesinde bulunmayarak, bir buçuk sene kadar bu suretle yalnız okumaya ve ezberlediğim şiirleri tekrara devam ettim. Çünkü bir gün gelip de nazım değil nesir bile yazabileceğimi hiç ummadığım için yazı egzersizlerini boşuna zahmet sayıyordum.

      Konya’dan Kastamonu’ya

      1885 Şubat’ının on yedisinde, şiddetli bir poyraz, yerdeki karları savururken Konya’dan ayrıldım.

      Bindiğim araba, o zamanlarda “Tatar arabası” denilen, kaba hasır ve Amerikan beziyle örtülmüş, yaysız bir yük arabasıydı.

      Konya’dan Niğde’ye, en kestirme yol olan İsmail, Karapınar ve Ereğli yoluyla mahfe veya hayvan sırtında, altı yedi günde gidilirken, Tatar arabaları, bu mesafeyi dört günde aldıkları için, onlara “Hasret kavuşturan!” derlerdi. Konya’da, Bursa’da arabacılık, şekercilik vesaire bazı sanatları, 1878’deki meşum harpte Rus istilasına uğrayan memleketlerimizden hicret eden Türkler ve Tatarlar getirmişlerdi.

      Yedi ay evvel, yani temmuz ayında izinli olarak Niğde’ye giderken, daha kestirme diye tuttuğumuz bu yolda başımızdan geçenler bende unutulmaz intibalar bırakmıştır.

      O zaman, Konya’dan çıktığımız günün ertesi öğle zamanında vardığımız bir köyde hiç kimseyi bulamayarak, ben araba içinde yemek; araba beygirleri, koşumları çözülmeksizin başlarına takılan torbalarda saman yerken, hiçbir şey düşünmeyerek arabadan indim. Yemeği bir duvarın gölgesinde tamamlıyordum. Bir aralık araba beygirleri kulaklarını oynatıp torbalarını sallayarak birbiriyle şakalaşmaya başladılar. Fakat bu şaka birdenbire ciddi ve tehlikeli bir şekil aldı. Galiba arabaya koşumlarla bağlı olduklarını unutarak birbiriyle bir koşu müsabakası yapmaya kalkıştılar. Köyün önündeki çok geniş sahada iki üç devir yaptılar. İlk devirde araba devrildi. Onlar arabayı sürüklemeye devam ettiler. Tekerlekler fırladı; arabanın üstü uçtu, bizim eşyanın her biri bir yerde kaldı. Nihayet arabacı, uşak, zaptiye zorlukla durdurabildiler.

      Kılavuzluk etmek üzere Konya’dan bize yoldaş edilen zaptiye süvarisinin, bu yolu hiç bilmediği hâlde, sırf Ereğli’deki ailesiyle görüşmek için bu vazifeyi üzerine aldığı anlaşılarak, onu Konya’ya döndürdükten sonra biz işe başladık. Temmuz güneşinin altında arabacı, uşak ve ben tam iki saat çalışa, çabalaya arabanın kırıklarını, söküklerini urganla, kayışla ve zincirle şöyle böyle bağlayarak, gideceğimiz yöne yılankavi uzanan bir yolu tuttuk.

      Biz ıssız köyden ayrıldıktan biraz sonra havada kapkara bulut sürüleri birbirini kovalamaya başladılar. Bu esnada araba, kağnı tekerleklerinin açtıkları ve asırlardan beri gelen geçenin çiğneye çiğneye otuz santimden ziyade derinleştirmiş oldukları iki paralel çukur yola girmişti. Bu, bütün parçaları kırık, dökük araba ile bu yoldan çıkmak için sağa sola sapmak imkânı yoktu.

      Kaderin çizdiği görünmez hayat yolu gibi nereye varacağını bilmeyerek bu çift ve derin yolu takibe mecburduk. Ettik. Temmuzda eşini görmediğim, şiddetli bir yağmur başladı. Doğu ve güney ufuklarının nihayetindeki birkaç mor, mavi dağ tepelerinden başka bir şey görünmeyen Konya çölü, yarım saat içinde bir deniz hâlini aldı. Çukur yollar doldu. Sular beygirlerin diz kapaklarına çıktı. Araba altı düz bir sandala yahut yandan çarklı bir vapur yavrusuna döndü. Nihayet zifiri bir karanlık ve hudutsuz bir su içinde kaldık. Bir tufan başlangıcında bulunuyoruz gibiydi. Bela bu kadarla kalmadı. Kulak zarını patlatacak derecede müthiş tarrakalarla şimşekler, yıldırımlar birbirini takip etti; ikisi pek yakın olmak üzere etrafımıza tam on dört yıldırım düştü.

      Kötü bir tesadüf olmak üzere, beş on gün evvel yağmurdan kaçarak bir ağaç altına sığınan dört köylüden üçünün yıldırımla ölmüş olmaları münasebetiyle, Vali Said Paşa, yıldırımlara, bunların acayipliklerine, korunmak için lazım gelen tedbirlere dair, o güne kadar bilmediğim şeyler söyleyerek, bu parlak belalar hakkında beni aydınlatmıştı. Keşke etmeseydi. Mademki korunmaya imkân yok, “Külli câhilun cesur.” dedikleri üzere, cehalet cesaretiyle daha az korkardım.

      Şimşeklerin, yıldırımların ani ışıkları ve yalnız iki beygirin sırtlarıyla kulaklarında, sayısız billurdan teller gibi ışıldıyan yağmurdan başka önümüzde hiçbir şey göremiyordum.

      Bir aralık bir köpek sesi işitir gibi oldum. Kurtuluş müjdesi gibi gelen bu sesi can kulağıyla, bir daha duymak için boşu boşuna bekledim. Biraz daha su içinde gittikten sonra beygirlerin susuz yere bastıklarını hissettim. Araba hafif meyilli bir bayırı çıkmaya başladı. Koyu karanlığı ani de olsa yırtan şimşekler, yıldırımlar durdu.

      Araba, meyli gittikçe ziyadeleşen bir yokuşu tırmanıyordu. Nihayet bir düzlüğe çıkar çıkmaz sola döner gibi oldu ve gıcırdadı. Bu anda beygirlerin bastıkları yerin altı boşmuş gibi derinden kaba sesler ve onların ardından da bir gürültü, anlaşılmaz bağrışmalar, çığlıklar duyulmakla beraber, tekerlekler taşa çarparak, araba irkildi ve yorgun hayvanlar durdular. Ben kâbusa tutulmuş gibi oldum. Meğer bu koyu karanlık içinde beygirler köy odasının damına çıkmışlar!

      Büyük bir tepenin yamacına kurulmuş olan bu köyü ufki olarak ikiye bölen bir yolun seviyesine kadar yükselen bu odanın damını, yalnız bir sıra taşla yoldan ayırmışlar. Köpek sesi gelen tarafa gitsek, gidebilsek köyün önüne gelirmişiz. Köy evlerinin damları seyrek seyrek hezen denilen cılız ağaç direkler uzatılıp üstlerine çalı, çırpı, buğday, arpa sapları gibi şeyler döşenerek toprakla örtüldüğü için, eğer bu bir sıra taş tekerlekleri durdurmasaymış araba dam üstüne çıkacak; bizim ne olacağımız belli değilse de, damı çökerterek teravih namazı kılan köylüleri ezeceğimiz veya damdan aşağı uçacağımız muhakkakmış!

      Köylü cemaat de biz de büyük ve müthiş bir tehlike geçirmiş olduk. Birbiri ardınca on dört yıldırımdan dehşete düşmüş olan köylüler, sükûn ve huzur ile kıldıkları namaz esnasında, damın üstünde atların tepindiğini ve araba gürültüsünü duyunca can korkusuyla birbirini çiğneyerek sokağa fırlamışlar. Bu korkunç ve feci tehlikeyi atlattığımız için onlar bizi, biz onları tebrik ettik. Köylüler, kurtulduklarına teşekkür için teravih namazını iki rekât fazla kılacakları yerde, şaşkınlıkla asıl namazı tamamlamayı unuttular.

      Abdurrahman Paşa’nın bir gün evvel Kastamonu’ya varmamız lüzumunu bildiren telgrafı üzerine, Niğde’de yalnız bir hafta kalarak, on dokuz gün sonra Kastamonu’ya vardık.

      Atla, araba ile gittiğim bu uzun yolda çektiğim zahmet ve güçlüğü yazmayarak; yalnız Nevşehir, Yozgat, Çorum, Osmancık, Hacıhamza ve Tosya kasabalarındaki eşraf ve memurlarımızdan gördüğüm misafirperverlik Türk geleneğine tamamıyla uygun olduğundan yarım asırdan ziyade bir müddet sonra olsa da, bundan iftiharla bahsetmek benim için pek lezzetli bir vazifedir.

      KASTAMONU