Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

gitmiş, afyon ekimini, dikimini ve kozalakların çizimini biliyormuş. Bizim su basan büyük tarlaya ektik. Tosya’da birkaç çakı yaptırdık. Allah verdikçe verdi. Haşhaşlar büyüdü, çiçeklendi, kozalaklarını çizdik. Suları çıktı ve bal gibi koyulaştıktan sonra, efendime söyleyeyim, topladık. Bunlar afyonmuş. Mehmet bunlardan yuvarlaklar yaptı. Tosya’ya götürüp sattık, biraz ucuz sattığımızı sonradan anladık. Fakat çok şükür buğdaydan ziyade kâr ettik. İşte bu afyon kârıyla, İstanbul’da börekçilik yapan biladerimi görmeye gidiyorum.”

      Paşa pek sevinçli bir yüzle:

      “Çok memnun oldum. Mademki faydasını anlamışsınız, bundan sonra hükûmetin emrine, teşvikine hacet kalmamış demektir.” dedikten sonra bana:

      “Bu haberi kim bilir nasıl canlandırarak gazeteye yazacaksınız!” diye ilave etti.

      Zahmetlerimin biricik mükâfatı karşısında ben de çok sevindiğim için:

      “Evet efendim.” dedim. “Nasıl yazsam hakkımdır.”

      Söz bitti, fakat köylü sandalyeden kalkmıyordu.

      “Baba!” dedim. “Daha bir diyeceğin var mı?”

      Köylü, kulağının arkasını kaşıyarak:

      “Yok. Fakat Paşa Efendi’nin emrini tutarak yolladığı tohumlan ektik. Hazır İstanbul’a da gidiyorum, bahşiş filan yok mu?” demesin mi?

      Fena hâlde kızan paşa bir “lahavle velâ…” dan sonra bana:

      “Bunun cevabını siz veriniz!” dedi.

      Utanmaz köylü, sanki paşada bir alacağı olduğu hâlde verilmemiş gibi asık bir suratla çıktı, gitti. Şüphesiz bu, köylünün cahil oluşundan ileri geliyordu.

      Cahil deyince koyu ve umumi gibi bir cehalet olayı hatırladım.

      1305 (1888) Zilkade’sinin (Aralık) yirminci gecesi alaturka saat altı sıralarında Kastamonu’nun kenar mahallelerinden birinde, bir sarhoşun havaya attığı birkaç el silah, halkın uykusunu başına sıçratmış ve ayın kaçı olduğunu düşünemedikten başka gökyüzüne bakmayı bile akıl edemeyenler veya koyda ayı biraz küçülmüş görenler “Tutuldu.” sanarak silah atmaya, lenger, tencere kapağı çalmaya başlamışlardı.

      Bir buçuk saat kadar süren bu cehalet garipliği, şehrin muhtelif semtlerinde atlı jandarma gezdirip:

      “Ay yirmi günlük olduğu için yarımdır, tutulmamıştır!” diye bağırtmak suretiyle önlenebilmişti.

      Abdurrahman Paşa ile Müşir Said Paşa Arasında Bir Mukayese

      Karakterinden evvelce bahsettiğim Abdurrahman Paşa ile Konya Valisi Müşir Said Paşa arasında, şahsımla olan münasebetleri bakımından, kayda değer bir hatırayı nakledeceğim. Bu hatıram, aynı zamanda Konya’dan Kastamonu’ya ne suretle çağırıldığımı da aydınlatacaktır.

      Bir gün, Konya’da Mektupçu Nâzım Bey, yazdığı bir müsveddeyi bana vererek:

      “Vali Paşa acele ediyor.” dedi. “Ben İdare Meclisine gitmek mecburiyetindeyim. Bunu siz takdim ediniz.” Müsveddeyi götürdüm. Paşa vilayet mühendisiyle bir şose ve köprü projesini tetkik etmekte olduğundan, girdiğimi görmedi. İki üç dakika kadar ayakta ve kapının yanında durdum. Paşa mühendise bir şey söylemek için başını çevirince beni görerek sordu:

      “Hemen şu anda mı geldiniz, yoksa biraz evvel kapının açıldığını duyar gibi olduğum zaman mı girmiştiniz?”

      “Evet efendim. Biraz evvel girmiştim.” dedim.

      Eliyle hemen yer gösterdi:

      “Bakınız.” dedi. “Burada iki kanepe, iki koltuk, altı sandalye ve fazla olarak da upuzun bir sedir var. Bunların yalnız ikisini Mühendis Efendi’yle ben işgal ediyoruz. Ötekiler hep boş ve her biri oturmak için önceden verilen birer izindir. Böyle olduğu hâlde, ‘Oturunuz.’ demek gibi bana, meşguliyet arasında ihmal edebileceğim bir vazife yüklemeniz doğru değildir. Benim müşir ve vali olmam, sizden çok yaşlı bulunmam, sizin genç ve bir meclis kâtibi bulunuşunuz bana karşı insanlık hak ve şerefinizden bir şey azaltamaz. İçeri girince mademki ben meşgul olduğum için sizi görmedim; ya çıkıp giderek tekrar gelmeli veya elinizdeki kâğıt her ne ise onu yaverle göndermeli yahut boş sandalyelerden birine oturmalıydınız. Bu hâl bir kere daha tekrarlanırsa gerçekten gücenirim.”

      “Mektupçu Bey’e emir buyurmuş olduğunuz acil olan müsveddeyi getirmiştim.” dedim.

      Kâğıdı aldı, okudu:

      “Pek güzel yazılmış!” diyerek iade etti.

      O günlerde benimle görüşmek için matbaaya sarışın bir topçu mülâzımı geldi (Damat Ferit’in son kabinesi zamanında İstanbul muhafızlığında bulunan ve Harbiye Mektebinde “Tatar Seyit” lakabını almış olan Mirliva Seyit Paşa). Konya gazetesindeki bir makalem nasılsa hoşuna gitmiş olduğundan benimle tanışmak için geldiğini söyledi. Ahbap olduk. Onun İstanbul şivesiyle konuşması ilk görüşmede hoşuma gittiği için bundan faydalanarak Niğde, Isparta ve Antalya şivelerinin bir karışımı olan dilimi mümkün mertebe düzeltmek için bir evde oturmamızı teklif ettim. O da memnuniyetle razı oldu.

      Seyit Efendi, iki üç ay sonra İstanbul’a döndü. İyi bir tesadüf olmak üzere o senelerde ihdas olunan Konya Aşar Nezareti Kâtipliği ile oraya gelen Nazif Bey de İstanbullu şen bir genç olduğundan, Seyit Efendi’nin bizim evde boş bıraktığı yeri doldurmakta gecikmedi. Mektupçu Nâzım Bey’le haftada üç dört gece birlikte bulunduğumuz gibi bazen de sabahları evine uğrayarak hükûmet konağına onun arabasıyla giderdik. Bir sabah kendisini bir şey yazmakla meşgul buldum.

      Arkamdan vali yaveri gelerek mühim bir meselenin müzakeresi için hemen vali konağına gelmesini bildirdiğinden Nâzım Bey elindeki kâğıtla beraber bir telgraf uzatarak, bana:

      “Bundan senin hiç haberin olmayacaktı; fakat Vali Paşa’nın müzakere için çağırdığı meseleyi biliyorum. Uzun sürer. Hâlbuki mektubun bugünkü postaya yetişmesi mutlaka lazımdır. Artık sen temize çek, benim imzamı atarak postaya gönder.” dedi ve gitti.

      Telgraf şöyle idi:

      “Konya Mektupçusu Nâzım Beyefendi’ye, Buraya gelmek ister misiniz?

      14 Teşrinisani 1301 (26 Kasım 1885)

      Ahmet

      O günlerde Kastamonu mektupçusunun vefatını gazeteler yazmış olduğundan Nâzım Bey’e mektupçuluk teklif ediliyor demekti.

      Nâzım Bey’in bu telgrafa yazdığı cevapla kendisine teklif olunan bir memuriyeti küçük bir kâtibe devretmek istemesi, büyük bir alicenaplık olduğundan, müsveddesini aynen sakladığım bu mektubun sonunu buraya naklederek, onun necip ruhuna karşı minnettarlık vazifemi açıkça yapmak istiyorum.

      “…Buraya geldiğimden beri Vali Paşa hazretlerinden fevkalade iltifat, pek ziyade emniyet görmekteyim. Başka ne olsun? Adı geçenin şu inayetlerine karşı kendilerini bırakmak elimden gelmiyor. Sen de razı olmazsın değil mi?”

      “Ahmet, sana bir genç tavsiye edeceğim. Konya’nın Maarif Başkâtibi’dir. İsmi Hâzim’dir. Bu çocuk işine düşkün, doğru, becerikli, dirayetli, söz anlar bir gençtir. Lütuf gördüğü yere ilelebet minnettar olur; sadakat gösterir, sebat eder. Mesleği, kalbi, namusu var. Mümkünse Kastamonu’ya bunu alınız; delaletinden mahcup olmazsın. O memnun olursa ben de memnun olurum. Baki var ol, mektubunu eksik etme.

      16 Teşrinisani 1301 (28 Kasım 1885) ”

      Usule, kanuna son derecede riayetkâr olmakla nam kazanmış olan Abdurrahman Paşa’nın