Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

iltifatı ilk tasdik eden Kadı Emin Efendi idi.

      Fransızcayı öğrenmeye karar verdim; fakat Konya’da basılı bir alfabe bulamadım.

      Bir müddet sonra Osmanlı Bankası müfettişlerinden Mihran Efendi Konya’ya geldi. Kendisiyle tesadüfen görüşülerek Fransızca bildiği anlaşıldığı için ona yazdırdığım alfabe ile işe başladım.

      İngilizce öğrenmek istesem Said Paşa bana muntazaman İngilizce ders vermek lütfunu da esirgemezdi. Kendisi yıllarca İstanbul’daki askerî mekteplerde riyazi ilimler okutmuş olduğundan öğretmenliğe alışıktı. Yazık ki ben utanarak kendisine bir şey söyleyemedim.

      Maarif Müdürlüğü ve Maarif Müdürü

      1882 yılında vilayet, liva, kaza merkezlerinde maarif meclisleri teşkil olunduktan bir müddet sonra bazı vilayetlere maarif müdürleri tayin edileceğini gazeteler yazdı. Konya Vilayeti Müdürlüğüne tayinim Vali Paşa tarafından Maarif Nezaretine teklif olunarak: “Şimdilik tecrübe maksadıyla yalnız üç vilayete müdür tayin olunacağı ve Konya’nın bu vilayetler arasında bulunmadığı…” şeklinde cevap verildiğini mektupçu Nâzım Bey’den duymuştum. Konya’ya bir müdür gönderilecek olsaydı bile, benim gibi rüştiyeden yeni çıkmış bir gencin tayini doğru olmazdı. Teklifin reddinden ziyade, paşanın bu yolda yüzsuyu dökmüş olmasına üzüldüm.

      Fakat bir sene sonra Bursa Rüştiyesindeki muallimliğinden, kötü huyları sebebiyle azledilmiş bir adam Maarif Müdürü olarak Konya’ya gönderildi. Paşa bu adamdan hiç hoşlanmamıştı. Mamafih paşanın başkanlığındaki büyük meclis devam etmek üzere, müdür efendinin reisliğinde, dört azadan mürekkep küçük bir meclis kurularak kâtipliği bana yükletildi.

      Hükûmet konağı yandığından dolayı hükûmet dairelerinin her biri bir yerde bulundukları gibi, vali ve mektupçu da küçük bir evde bulunuyorlardı. Bununla beraber onlardan ayrılmamam için aynı binanın küçük bir odası, bu küçük Maarif Meclisine verildi. Koltuklar ve yazıhaneler ısmarlandı. Müdür, marangoza kendi koltuğunun ve yazıhanesinin ötekilerden on parmak yüksek ve geniş yapılmasını istemiş, geldiği zaman koltuğu ve yazıhanesini sokabilmek için kapının sövelerinden birinin sökülmesi lazım gelmiştir.

      Hâzim Tepeyran bunları odanın enine ve boyuna en uygun şekilde koydurttuğu hâlde Müdür Efendi bu tertibi bir türlü beğenmeyerek Hâzim’in koltuğunu kapı yanına koydurttu. Hâzim Tepeyran:

      “Sadr-ı izzet görünür saff-ı meal olsa yerim

      Kasr-ı devlet sanılır ca-yı melal olsa yerim”

      diye başlayan bir gazel yazıp mektupçuya gönderdi. Bu sırada Müdür Efendi gelerek defterleri istedi. Sonra evrak-ı müsbite sordu. Bu gazel üzerine iş Vali Paşa’ya aksetmiş ve Maarif Müdürü kâtiplik hizmeti kendisine verilmiş bulunan Hâzim Bey, riyaseti altındaki meclisin azasından olduğundan hakkında ona göre muameleye “dikkat olunmasını” bildiren bir ihtar almıştı. Ne yapacağını bilemez bir hâl ile masraf defterinin ilk sayfasındaki masrafların senetlerini istedi.

      “O masraflar bizzat Vali Paşa tarafından, ben Konya’ya gelmeden evvel kaydedilmiştir, bana verdikleri evrak-ı müsbite arasında yoktu, ben de kendilerine soramadım.” dedim.

      Müdür Efendi: “Ben isterim.” diyerek, usulsüz bir muamele keşfi sanarak âdeta sevindi.

      “Sizin kefalet senedinizi de bu evrak arasında göremiyorum!” dedi.

      “Benim kefalet senedimi ben saklayacak olursam onun manası kalmazdı.” dedim. “Bununla beraber bir kefil bulmak ve senet yaptırmak hatırıma gelmediği gibi benden kefil ve senet isteyen de olmadı. Bu külfete değecek kadar meydanda büyük bir para da yoktur.”

      “İsterse beş para olsun, kefil lazımdır.”

      “Bu vazifenin kefilli bir hesap işi olduğunu bilseydim kabul etmezdim. Bununla beraber meclis toplanınca bu meseleyi açarım, lüzum görülürse azadan biri kefil olur.”

      Bu konuşmadan sonra Müdür soluğu Vali Paşa’nın odasında almış. Orada evrak mühürletme vesilesiyle bulunan evrak müdürünün bana ertesi gün söylediğine göre, Müdür Efendi, Vali Paşa’ya kefalet senedinden bahsedince:

      “Kefili benim!” cevabını aldığı hâlde:

      “Senet de ister efendim!” demiş, Vali Paşa kızmış;

      “Hoca artık çok oluyorsun, haydi git makul işlerle uğraş!” diye herifi haşlamış.

      Konya’da Son Günlerim

      Abdurrahman Paşa’nın telgrafla beni Kastamonu’ya çağırdığını Konya valisi Mehmet Said Paşa’ya söylemek benim için çok ağır bir iş oldu. Bu davetin benim dileğimle olmadığını; benden önce Said Paşa’ya arz ve izah etmesini Nâzım Bey’den rica ettim. Paşaya söylemeden evvel bu teklif hakkında babamın fikrini sormuştum. Bana: “Vali Paşa hazretleri ve Mektupçu Bey muvafık görürlerse kabul et.” demişti. Mektupçu Bey de Paşa’ya arz ettikten sonra:

      “Haydi, paşa seni bekliyor!” dedi. Said Paşa’dan ayrılmak, tıpkı çok sevdiğim babamdan ayrılmak gibi olduğundan büyük ve heyecanlı bir hüzünle odaya girdim. Paşa yüzümün bozukluğundan o andaki ruhi hâlimi anlayarak, pek güleç bir sima ile beni kabul etti:

      “Kastamonu seyahatinizde…” dedi. “Sizin parmağınızın olmadığını Mektupçu Bey anlattı. Teşebbüsünüzle bile olsa buna gücenmeye hakkım yoktur. Her nerede olursa olsun ben sizin hakkınız olan ilerleyişe kavuşmanızı görmekle sevinirim. Göğsümden ne kadar rahatsız olduğumu ve buradan gitmek, İstanbul’daki evimde uzunca istirahat etmek ihtiyacında bulunduğumu bilirsiniz. Kalacak olsam gidişinize mani olmak büsbütün imkânsız değildi. Ben gidince yerime kimin geleceğini Allah bilir. Abdurrahman Paşa’yı yakından tanımıyorum. Eğer onun şöhreti, rivayetlere göre yalnız kibirli olmaktan ibaret bulunsa, Kastamonu’ya gitmenize razı olmazdım. Zira küçük yaratılmış olmanın en görünen taraflarından biri, kendini büyük sanmak deliliğidir. Hâlbuki Abdurrahman Paşa aynı zamanda bükülmez bir namus ve doğruluk gibi mükemmel insanlığa delâlet eden meziyetlerle beraber gerçekten de kibirli ise zararı kendisine ait olur. Siz doğruluğundan ahlakça faydalanırsınız. Binaenaleyh gidiniz ve her nerede bulunursanız bulunun, benim babaca sevgilerimden emin olun. İnşallah İstanbul’da yine birleşiriz.”

      Elini öperek çıktım. Her bayramda kendisine tebrik telgrafı çektiğim gibi, rütbem “saniye”ye terfi edilince bunu ona borçlu olduğumu teşekkürle yazdım. Aldığım cevap:

      “Rütbe ve nişan gibi takdir edici şeyler hep memleketin malıdır. Memlekete hizmet edenlere ve edeceklere verildikçe herkes memnun olur.” diye bitiyordu. O devirlerde rütbe, nişan gibi şeyler padişah hazretlerinin âleme şamil lütuflarından diye vasıflandırıldığı hâlde Said Paşa’nın bu klişeyi kullanmayarak terfi hakkını millete mal etmesi dikkate değer.

      Kastamonu seyahati kararlaşınca halefime yani Maarif Meclisi kâtibine devir ve teslim muamelesine başladık. Maarif Müdürü ayıp arayıcı gözlerle bize nezaret ediyordu. Ben alacağım çıkacağından eminken hesap sonunda dokuz yüz kuruş borçlu görünmeyeyim mi? 36 yıl sonra Kürt Mustafa Paşa Divanıharbi’nin idamıma karar verdiğini, Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah gazetesiyle neşredilen ilandan öğrendiğim andaki derin hayrete benzer bir şaşkınlıkla gözlerim karardı. Evde tetkik etmek üzere masraf defterlerini aldım. Sabaha kadar uyuyamadım. Nihayet mal müdürlüğünden azledilmiş olan Niğdeli Veli Efendi aklıma geldi. Eve davet ettim. Defterleri önüne koydum. Yarım saat sonra bu zimmetin gelir defterine iki kere yazılmış bir dokuz yüz kuruştan çıktığı anlaşıldı. Kendi evrakımı temizlerken cüzdanımda iptidai mektebi