Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

Mehmet Said Paşa’nın tavsiyesiyle şiir yazmaktan vazgeçtiğim hâlde kırk beş sene kadar sonra, acı bir vazife sebebiyle tekrar şiire başladım.

      Said Paşa’ya bir yabancı dili öğrenmeye çalışacağımı vaat ederken: “İngilizce öğrenmek istiyorum, ama Konya’da bunu öğretecek kimse yok.” desem o mübarek adam İngilizce dersi vermek lütfunu da esirgemezdi.

      O zamana kadar Fransızcadan başka dillerden tercüme edilmiş hiçbir kitap okumadığım için Fransız dilini öğrenmeye karar verdim.

      Çünkü Şemseddin Sami, Ahmet Mithat ve Recaizade’nin Fransızcadan tercüme edilmiş eserlerini okumuştum. Konya’da ne matbu bir alfabe, ne de onu yazacak bir kimse bulabildim. İyi bir tesadüf olmak üzere, o günlerde Konya’ya gelen, Osmanlı Bankası müfettişlerinden Mihran Efendi’ye bir alfabe yazdırdım.

      Bir müddet sonra elime Olendorf namında bir Türkçe – Fransızca konuşma kitabı geçti. Bundan hayli faydalandım.

      On bir sene evvel, bir kısmını Les Fleurs Degenerees adlı bir kitap hâlinde neşretmek cesaretini gösterdiğim Fransızca şiirlerim, ecnebi şairlerin Fransızca şiirleri arasında ve Paris’te yapılan müsabakada her nasılsa iltifatla karşılandığından, bu dili ne zaman ve ne sürede öğrendiğimi soranlar çoğaldı. Bunu anlatmanın, ne şartlar altında çalışmak icap edeceğine bir örnek vermesi itibarıyla, yeni yetişenler için faydalı olacaktır sanırım.

      Hayli uzun olan memuriyet hayatımda, Fransız dili de okutulan Mülkiye Mektebi mezunlarından, arkadaşlık ettiğim birçok genç kaymakamlar içinde yalnız ikisinden başka Fransızca bilir denilebilecek kimseye rastlamadığımdan hâlâ müteessirim. Hangisine sorduysam vakit bulamadıkları cevabını almıştım. Bunların bir kısmı vazifeleri için bilmeleri lazım olan kanun ve nizamları da pek az okumuşlardı. Bir kısmı ise av ve tavladan vakit ayıramıyorlardı. Bunların birinin kalın bir toz tabakasıyla örtülü yazı masasına parmağımla, “En-nezâfetu mine’liman.” hadisini yazdığımı hatırlarım ki, o adam da bana vakti olmadığını mazeret diye ileri sürmüştü. Bence öğrenilmek istenen şeyin kabiliyet nispetinde öğrenilmesine tembellikten başka bir engel yoktur.

      Vali Abdurrahman Paşa ile mühürdarlığı, mektupçu kalemi mümeyyizliği, Vilayet gazetesi muharrirliği ve bir müddet sonra idadi mektebinin Mecelle ve Mülkiye kanunları hocalığı da ilave edildiğinde Kastamonu’da altı; mektupçu mümeyyizliği ve mektupçulukla İzmir’de iki; vali muavinliğiyle Edirne’de iki; yani hepsi on sene onunla birlikte gece gündüz çalışmakla beraber Fransızca öğrenmeyi de ihmal etmedim.

      Kastamonu’ya geldiğim sıralarda Isparta Rüştiyesi arkadaşlarımdan İstanbul’da bulunan merhum Halil Edip Bey’e Fransızcaya çalıştığımı yazarak bir gramer, lügat ve ileride okumak üzere manzum, mensur bir iki kitap göndermesini rica ettim.

      Halil Edip, Vizantapin grameriyle Şemseddin Sami’nin küçük Kamus-ı Fransevi’sini, Tresor Poetique adlı antolojiyi; meşhur Paul et Virginie hikâyesiyle Lamartine’in Graziella’sını yolladı.

      Sadrazamlıkta bulunduktan sonra valilikle Kastamonu’ya gönderilen rahmetli Abdurrahman Paşa kar gibi beyaz sakalıyla, sanki iyi çalışırsa mutasarrıflığa terfii vaat edilmiş genç bir kaymakam gibi çalışır ve kâtipleri, memurları da öyle çalıştırırdı. Kendisi çalışırken yanındakilerin boş durmaları onu rahatsız ettiğinden mutlaka başka bir iş bulurdu. Az çok ehemmiyetli yazı müsveddeleri paşa tarafından düzeltilerek, iki üç defa müsvedde yollu yazıldıktan sonra temize çekilebilirdi. Hele gazete müsveddelerini, ben de mutlaka yanında bulunmam şartıyla, çok dikkatli bir sansür gibi kelime kelime tetkik etmedikçe bastırmazdı. Kastamonu’daki işlerim yalnız mektupçu mümeyyizliğiyle, gazete muharrirliği ve kanun hocalığından ibaret değildi, ikişer gece satranç oynamak, çeşitli şerhlere müracaatla Mesnevi okumak da vazife hâlindeydi.

      Bunlardan başka paşa, iki seneden ziyade süren bir iş daha bulmuştu. Haftada iki geceyi de eski Arap âlimlerinden Keşşaf’ın “Muhâdarât” kitabından manzum, mensur güzel sözler seçerek tercüme ile gazeteye tefrika ediyorduk. Seçim birlikte yapılıyordu. Ben tercüme ediyordum, paşa karşılaştırıp tashih ediyordu. Hatta bu tercümelerden birinde “bahîl” kelimesini “pinti” diye çevirmiştim: Ertesi gün gazetenin tirajı yarıyı geçtikten sonra paşa fevkalade telaşla makineyi durdurttu. Pinti sözü meşhur “Pinti Hamit” hikâyesini hatıra getirir düşüncesiyle kelimeyi “hasis”e çevirdi ve basılmış 1500 nüshadaki “pinti”leri birer birer kazıtarak düzelttirdi. Galiba o yıllarda “Ahterî-i Kebîr” isimli lügat kitabında “Ebu Hamit” kelimesi “ayı denilen canavar” diye tercüme edilmiş ve kitap İstanbul’da toplattırılmıştı. Herhâlde paşa bundan kuşkulanmış olsa gerektir.

      Hem çok, hem de paşanın her işte vesvese derecesine varan itinasından dolayı ağırlaşan vazifeler, Fransızcaya çalışmak için bana ancak geceleri bir saat zaman bıraktığından, birer saat de uykularımdan kesmek zorunda kaldım. Halil Edip’in gönderdiği kitaplardan, tabi olduğu üzere, en evvel gramere başladım: O vakit Arap gramerlerine ait bilgim kuvvetlice olduğundan Fransız gramerine ait bilgileri kolaylıkla öğrenebiliyordum. Birkaç ayda bunu bitirdim. O sıralarda merhum Beşir Fuat’ın neşrettiği daha mufassal gramerden çok faydalandım. Bazı sigalarla (kip) kaideye uymayan fiilleri cep defterime yazarak ara sıra bakmak suretiyle ezberledim. Diğer üç kitabımdan birini tercih ile muntazaman okumaya cesaret edemeyerek, gramer okurken ara sıra bunları da karıştırıyor, bilhassa “Şiir Hazineleri”ndeki kısa manzumeler üzerinde biraz durarak, kendisiyle konuşmak istediğim hâlde dilini bilmediğim sevimli bir yabancı ile karşılaşmış gibi oluyordum. Nihayet, bu kitaplardan birine başlayarak lügate baka baka okumaya karar verdim. Fakat hangisine başlamalı? Paul et Virginie, küçük formada, pek ufak harflerle basılmış olduğu için hecelemek zor geldi. Kıtası ve harfleri büyük olan Graziella’ya başladım. Paul et Virginie sade bir hikâye olduğu hâlde, Lamartine’in yüksek bir üslup ile yazılmış olan kitabına, bilmeyerek başlamış oldum. Cehalet cezası olarak anlamak güçlüğüne rağmen devam ettim.

      Kelimelerinin belki onda birini bile bilmediğim ilk yarım sayfayı zorlukla okudum. Bazen hem lügate bakmak, hem de gramere müracaat etmek ihtiyacı da hasıl oluyordu. Bu suretle okuduğum sayfalar çoğaldıkça lügate bakmak mecburiyeti azalıyordu. Her cümlenin manasını anlar gibi oldukça büyük bir kale fethetmişçesine seviniyordum. Lügat yardımıyla kitap okumak cüreti bana Abdurrahman Paşa’dan geçti sanırım. Çünkü o, yıllardan beri abone olduğu Le Temps gazetesini en ziyade lügat yardımıyla okurdu. Mamafih siyasi mevzularda kullanılan Fransız kelimelerinden birçoğunu bilirdi. Graziella’da lügate baktığım kelimelerin Türkçelerini sayfa kenarına yazmış olduğumdan, bu kitabın yarılarına kadar devam eden bu müracaat, sayılarak, her sayfada ortalama kırk defa lügate baktığım anlaşılmıştı.

      Fransızcayı ilerletmek için İzmir’den daha uygun bir muhit olamazdı. Fakat ben, birçok vazifelerle gece gündüz meşgul olduğumdan, her kimse ile görüşmek fırsatını pek az bulabiliyordum. Aziz dostum Uşşakîzade Halit Ziya Bey oradaki Osmanlı Bankası şubesinde kâtipti. İlk fırsattan istifade ederek, vilayetin ecnebi işleri başkâtipliğine tayini için delalet ettim. Yakın bir gelecekte müdür olmasına çalışacaktım. İzmir’de Fransızcayı iyi bilen ve Türkçede olduğu gibi bu dili de pek itinalı söyleyen bir gençti. Fransızcada kendisinden çok yardım göreceğimden memnun olmakta iken, kısa bir müddet sonra tütün rejisinden teklif olunan bir memuriyeti kabul ederek İstanbul’a gitmesi beni çok meyus etti. Bu sebeple İzmir’de ve sonra yine Abdurrahman Paşa’nın arkasından vali muavinliğiyle gittiğim Edirne’de arttıkça artan vazifelerden dolayı Fransızcam büsbütün bırakılmış değil idiyse de, Kastamonu’daki derecesinden pek az yükseltebildim. İki sene sonra Dedeağaç’a mutasarrıf oldum.

      Birkaç