Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

etti ve aile getirmediğim için vali odasının yanında bana bir oda ayırttı. O zaman takriben kırk beş, kırk altı yaşlarında bulunan paşa, vücutça gürbüz ve siyah kaşlarıyla kirpiklerine rağmen saçı, sakalı, bıyığı tamamıyla ağarmış; pembe yanakları, etrafına kar yağmış kış elmasına dönmüş, yüzü vakur bir güzellik almıştı.

      Görenlere mutlaka hürmet hissi veren yüzünün mehabetini, eski başvekil (sadrazam) unvanı da arttırmaktan geri kalmıyordu sanırım. O zamanlardan beri düşlerimde en ziyade gördüğüm üç insandan biri Abdurrahman Paşa, biri babam ve biri Said Paşa’dır ve bunlar birbirine uyum sağlarlar.

      Konya’dan Kastamonu’ya kadar uğradığım nahiye, kaza ve liva merkezlerinde Abdurrahman Paşa’nın namusluluğu kadar azametinden de bahsedilerek: “Allah yardımcınız olsun.” diyenler eksik olmamıştı. Bu yüzden yalnız ilk gördüğüm günde değil tamamıyla alışıklık hâsıl oluncaya kadar kendisine yaklaştıkça yüreğimde bir çarpıntı peyda olurdu.

      Paşanın eski adamlarından olan, Defter-i Hakani Müdürü Reşit Bey’in ikide birde: “Allah selamet versin, paşamız demir leblebidir. Üç senede dört mühürdar kaçırdı.” demesi de beni dehşete düşürüyordu.

      Paşa yalnız uyumak veya abdest almak için harem dairesine gider, namazı ekseriyetle vilayet dairesindeki mescitte cemaatle kıldığı gibi sabah kahvaltısından başka yemekleri de cemaatle yerdi.

      Sofrada en az sekiz on kişi bulunurdu. “Vekilharç” demek olan daire müdürünü, daire imamını ve halayıklarından biriyle evlendirdiği uşağını da sofrada bulundurduğuna bakarak, ben onun meşhur kibir ve azametinden her gün bir miktar indiriyordum.

      Ben yalnız sofra cemaatine değil namazların bazılarına da iştirak ediyor, Konya’daki namaz borçlarımı bitmez tükenmez tespih namazlarıyla ödüyordum.

      Paşanın meşhur kibri, azameti bir vali, hatta bir insan için vazife esnasında gösterilmesi lazım olan ağırbaşlılığından ibaret gibidir. Mesela satranç oynadığımız, çeşit çeşit güldürücü fıkralar söylediğimiz bir gecenin sabahında, makamına siyah setre (ceket) ile girmek mecburi gibiydi.

      Abdurrahman Paşa yalnız gündüzleri değil, geceleri de ezani saat dörde, beşe kadar çalışırdı. Büyük devlet adamlarından tanıdıklarım arasında onun kadar bütün fikir ve zamanını vazifesine hasretmiş bir zata rast gelmedim.

      Başvekâlette bulunduktan sonra Kastamonu’ya gönderilen Abdurrahman Paşa’da benzerlerindeki küskünlükten eser görünmezdi.

      Mektupçu akşamdan sonra yazı işleriyle uğraşabilmek kabiliyetini kaybettiğinden, o müstesna olmak üzere beni ve idare meclisinin ikinci kâtibiyle mektubi kalemi müsveddecilerinden Ahmet Rıfat Bey’i4 pek ziyade çalıştırırdı.

      Haftada iki gece, ders yapar gibi muntazaman Mesnevi okunur ve nispeten işsiz gecelerde satranç oynanırdı. Bilip bilmediğimi sorduğu zaman olumsuz cevap vermediğime pişman olmuştum. Çünkü satranç oynadığım gece uykumdan mahrum olurdum.

      Resmî, hususi evrakın fevkalade olarak fazlaca bulunduğu bir posta günü sabahtan akşama kadar ben, idare meclisi kâtipleri ve Ahmet Rıfat Bey, hiç dinlenmeden çalışarak hepsini cevaplandırmıştık. Paşa sofrada:

      “Bugün çok çalıştınız.” dedi. “Bu geceyi sohbetle geçiririz!”

      Paşanın işsiz duramayacağı gibi yanında bulunanları da işsiz bırakmayacağını hepimiz bildiğimizden, manalı bakışlarla birbirimize baktık. Sofradan kalkınca, bana:

      “Aziz!” dedi. “Sigarayı içeride içersin.”

      Paşa bana “Aziz!” diye hitap ederdi. Bir sigara içecek kadar da uzaklaşmamı uygun görmediğinden, fevkalade bir imtiyaz olarak, yanında sigara içmeme müsaade etmişti. Paşa odasına girince arkadaşlara:

      “Bu geceyi sohbetle geçireceğinize inandınız mı?” dedim.

      İkisi gülerek:

      “Mümkün mü?” dediler.

      Ahmet Bey:

      “Öyle ama…” dedi. “Ne iş bulacak? Posta gitti, okutacak, yazdıracak bir şey de kalmadı.”

      Ben:

      “Paşa isterse yazdıracak da, okutacak da bulur, bulamazsa icat eder…” dedim.

      Paşa odasında bir iki lakırdı ettikten sonra, yazıhanesinden bir mektup çıkardı:

      “Sırr-ı Kuran’ isimli eserinden bir nüsha hediye ettiğine dair Sırrı Paşa’nın mektubu. Bir cevap müsveddesi hazırlayın!” dedi.

      Ben yazarken, meclis kâtiplerine, o gece sabahlara kadar da bitiremeyecekleri yazılar buldu. Fakat Ahmet Bey’e bulamadığı için canı sıkıldığını hissediyordu. Nihayet:

      “Ahmet Bey, teneffüs odasının masası üstünde Abidin Paşa’nın gönderdiği altı cilt Mesnevi şerhi vardı, onları getiriniz.” dedikten sonra fildişi kâğıt keseceğini alarak evirip çevirmeye başladı. Kitaplar gelince:

      “Bunları açın!” diye keseceği Ahmet Bey’e verdi.

      Benim işim beş on dakikada bitti. Paşa ile konuşuyorduk. Üç arkadaş işlerine devam ettiler. Ahmet Bey, paşanın icat ettiği işi bitirince, kâğıt keseceğini gülümseyerek onun önüne koydu. Paşa derhâl saatine baktı:

      “Dört!” dedi. “Daha bir saatimiz var. Kuzum Ahmet Bey, arada açılmamış yapraklar kalmışsa, ben onları okurken sabredemeyerek parmakla yırtmaya mecbur olurum. Baştan başlayarak bir yoklama yapınız…”

      Zavallı Ahmet Bey, altı cildin bütün yapraklarını birer birer yoklamaya mahkûm olmuştu.

      Abdurrahman Paşa’nın kendine mahsus olan yazı tarzı için numune olmak üzere, Çankırı Livası’ndan dışarıya, meydana çıkarılmasını, mahalli idare meclisinin kararıyla menettiklerine dair mutasarrıf vekilinden gelen telgrafa bizzat kendisinin yazdığı cevabı harfi harfine buraya yazıyorum:

      “Heyet-i meclisle zatınız ne malumatsız, saygısız adamlarsınız. Böyle zahire ihracı memnuiyetine istizan ve iradesini istihsal etmedikçe vilayet de mezun değildir. Öyle had ve salahiyetiniz haricinde bir harekete nasıl cesaret ettiniz? Eğer ki liva mutasarrıfıyla muhabere ettiniz de o da tecviz ettiyse, cehalette sizden geri kalmıyormuş demektir. Serian iptal ilan ediniz ve halka telaş vermeyiniz…”

      Abdurrahman Paşa – Dağıstanlı Takiyüddin Efendi – Dümtekli Namaz

      Ben Kastamonu’da iken Kastamonu mebusu merhum Hafız Mahir Efendi, zamanın genç âlimlerinden ve Kastamonu şairlerinin ileri gelenlerinden olduğu için Abdurrahman Paşa’nın teveccühünü kazanmıştı. Evvela Bidayet ve sonra İstinaf Mahkemesi azalığına tayini; sonra Kastamonu’da Kâbe anahtarını taşımak vazifesi kadar mühim olan Nasrüddin Cami hatipliğine seçilmesi bu teveccühün eserleriydi.

      Mahir Efendi haftada iki gece muntazaman vilayet dairesine gelerek hoca sıfatıyla, bununla beraber muhtelif şartlara müracaat edilerek Mesnevi dersine iştirak ve Abdurrahman Paşa’nın hususi imamı varken, bulunduğu zamanlarda kendi imamlık ederdi.

      Bir akşam, beş on gün evvel Çorum’dan gelip bir medresede oturan Dağıstanlı Takiyüddin Efendi ile görüştüğünü, âlim ve münzevi bir zat olduğunu söylediğinden, Abdurrahman Paşa:

      “Yarın akşam yemeğine getiriniz de görüşelim.” dedi ve öyle oldu.

      Cidden pek vakarlı ve sözü düzgün olan Takiyüddin Efendi, temiz bir hoca kılığında geldi. Beyaz sarığı altında simsiyah sakalı, bıyığı, yüksek boyu, nüfuzlu bakışları, keskin zekâsı, geniş