Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

varken önlerine bir tek akbabanın gelip konduğu görülmezdi. İçgüdünün bu cilvesine şaşırıp kalmıştım.

      Garibeler: Bir Hüküm – Garip ve Öldürücü Bir Tedavi – Garip Bir Ölü Gömme Âdeti – Tabi Bir Hadisede Garip Bir Tesadüf

      İnebolu eşrafından biri alışveriş esnasında kendisine verilen ve kezzapla gümüşü biraz çalınarak yazısı, tuğrası iyice okunmayan bir mecidiyeyi almamasından dolayı söze karışan üçüncü şahıs:

      “Biraz silikçe ise de besbelli ki bir padişah parası. Hiç almamak olur mu?” demesi üzerine, mecidiyeyi kabul etmeyen adam kızarak:

      “Sen ne karışıyorsun? Padişahın sol … mısın?” demiş. Polis bunu duyarak, o zamanki tabirle “Bu bir dil ile tecavüzdür, yani padişaha hakarettir.” diye jurnal vermiş ve zavallı adam Bidayet Mahkemesi tarafından uzun bir müddet hapis cezasına mahkûm olarak hapishanede ölmüştür. Bu sözde ise edep ve terbiye noksanından başka bir suç, hele bir hakaret maksadı olmadığı meydandadır.

***

      O sıralarda yine İnebolu Kazası içinde bir köyde, bir kaynananın on sekiz yaşındaki gelininin, güya kısırlığını gidermek için, zorla kızgın ekmek fırınına sokularak kömür hâlinde çıkarıldığını oranın kaymakamı bildirmiş ve hadise vilayet gazetesinde yazılmıştı.

***

      Ben bu hadiseyi anlatan fıkranın altına, “Kaynanalarla gelinler arasında hakiki sebebi henüz keşfedilmemiş ezeli ve ebedi bir düşmanlık bulunduğuna göre, İnebolu adliye memurlarının ehemmiyetle tahkik etmeleri lazım gelen bir hadisedir.” diye yazdığım hâlde, gazetenin bütün müsveddelerini pek dikkatle okuyan Vali Paşa, her nedense çizmiş olduğundan bu cehalet garibesinin mahiyeti meçhul kalmıştı.

***

      Kırk, elli yıl önce Kastamonu’da ölüleri yalnız gündüz değil geceleri de, ekseriyetle tepe sırtlarında ve yokuşlu yerlerde bulunan mezarlıklara meşalelerle gömmek garip bir âdetti. Eğer hiçbir yerde görülmeyen bu âdet hâlâ bırakılmamışsa, âdet kadar devamı da bir gariplik teşkil eder.

***

      Bir gün mektupçu kaleminde meşgul olduğum esnada postacı, kuyruğundan tutulmuş bir fare ölüsü gibi iğrenerek, zarfının bir köşesinden tuttuğu kirli bir mektup getirdi. Soba küreğinin içine koyarak odacıya açtırdım. İçinden bir mektupla, beze sarılmış bir hamsi balığı çıktı. Gazetenin resmî muhabiri olan Bartın Tahrirat Kâtibi tarafından gönderilen bu mektup şöyle idi: “Evvelki gün Bartın kasabasıyla bazı köylere şiddetli yağmurlar yağdığı esnada, Bartın’a sekiz saat mesafede bulunan Laz köyüne sayısız hamsi balıkları yağmış olduğundan bunlardan iki tanesi ekli olarak takdim kılınmıştır.”

      Bu normal hadiseyi gazeteye yazarak, “Hortumların; denizlerden, göllerden çektikleri sularla beraber rast geldikleri balıkları ve kurbağaları kaldırarak uzak mesafelere kadar götürüp aşağıya bıraktıkları her zaman görülen bir hadise olup, bunda bir gariplik yoktur. Asıl tuhaflık, hamsilerin o havalideki yüzlerce Türk köylerinden hiçbirine yağmayarak Laz Köyü’ne dökülmesindedir.” demiştim.

***

      Kastamonu’da, garip görülecek, fakat çok zararlı bir âdet daha vardı ki, son defa öğrendiğime göre hâlâ devam etmekte olması da ayrıca hayret edilecek şeydir.

      Bu âdet, genç çam ağaçlarının her sene peyda olan iç kabuklarını soyarak reçel yapmaları veya şekerli sütle yemek alışkanlığıdır ki kabukları soyulan zavallı genç çamların kurumalarına sebep oluyor. Yaş ve biraz yumuşak kayış yemeğe benzer olan bu “soymuk”ta, sinirleri harekete getirmek gibi bir özellik olduğu sanılıyor. Az çok doğru olsa bile, bu maksadı temin edecek pek çok ilaç varken, çamları genç yaşında kurutup öldürmek, bu suretle memleketi zarara sokmak gibi bir kötü âdete son verilmesi lazımdır.

      Bir Rum Keşişi ve Pek Şişman Bir Kaymakam

      Kastamonu Valisi Abdurrahman Paşa, her sene üç ay, vilayete bağlı yerleri dolaşıp teftiş etmekle beraber, İnebolu’da uzun müddet kalırdı. Bunun sebebi, orada bir liman bulunmamasından ileri gelen tehlikeli güçlüklere ve facialara bir nihayet vermek istemesiydi. Bu maksatla kâfi tahsisat almak için padişaha, Babıali’ye, Maliye ve Bahriye Nezaretlerine yıllarca o kadar çok yazmış ve emri altında sarf edilen az çok tahsisatın bir parası bile boşa gitmemesi için, sanki kendine bir apartman yaptırıyormuş gibi, mutlaka İnebolu’ya giderek güneş altında işlere nezaret ederdi.

      Abdurrahman Paşa, bütün vilayet ahalisi üzerinde “velâyet-i amme”siyle (herkesin velisi) kalmaz; din ve ırk farklarına bakmadan her ailenin, her ferdin velisi, babası gibi hareket ederdi. Bundan dolayı herkes de onu candan severdi. Kastamonu’da, Sinop’ta, Bolu’da, Çankırı’daki idadi mektepleri, zührevi illet hastaneleri, şoseler hep onun gayretiyle meydana getirilmişti.

      İşte bu umumi sevgi; yüksele yüksele, İnebolu Kasabası’nı zümrüt gibi etekleri üstünde büyüten dağın tepesindeki Rum Manastırı’na çekilen; kasabaya nadiren, fevkalade bir ihtiyaçla inen ihtiyar keşişin dünyadan ve dünyadaki her şeyden alakasını kesmiş olan yüreğine kadar vardığı için, evvelce kendisinden bahsettiğim Takiyüddin Efendi gidip de İnebolu’da biz bize kaldığımız günlerden birinde, satranç oynarken yaver, paşaya:

      “Dağdaki manastırın ihtiyar papazı geldi, efendimizi ziyaret etmek istiyor!” dedi.

      Paşa, beni yenmek üzere olduğu sevgili oyununu bırakarak ihtiyar ziyaretçiyi kabul etti. Fakat keşiş yalnız bir selamla kalmadı, paşanın elini sıkmak için ilerledi. Paşa sol elini uzattı.

      Kısa boylu ve çok sevimli keşiş gülümseyerek, düzgün bir Türkçe ile:

      “Paşa!” dedi. “Sağ el sapsağlam dururken sol el verilmez… Ötekini veriniz. Neden sakınıyorsunuz? Yüreğim de elim gibi temizdir. Galiba kıyafetim hoşunuza gitmedi. İnsanları yalnız kılıkla tanımak isteyenler aldanmaktan kurtulamaz. Sizi ziyarete gelen kıyafetim değil, bizzat benim.”

      Paşa, “Sol elimi dalgınlıkla uzattım.” diyerek sağ elini verdi. Keşişle benim hafifçe gülümsememiz bir oldu. Keşiş sözüne devam etti:

      “İnsanların yaptıkları paçavralara o kadar kıymet vermeyiniz. Allah’ın yarattıklarını oldukları gibi görmeye çalışınız…”

      Paşa, keşişi kendisine en yakın bir koltuğa oturtarak iki saat kadar muhtelif mevzularda konuştular. Keşiş gitmek istediği hâlde paşa sözlerinden pek hoşlandığı için bırakmak istemedi; hatta yemeğe alıkoymak arzu ettiği hâlde keşiş, “Ben başka saatlerde yerim.” diyerek kalktı ve bir iki adım attıktan sonra dönerek:

      “Bizim manastırın yeri çok güzeldir. Teşrif ederseniz memnun olur ve ibret alacak şeyler de görürsünüz.” dedi.

      Paşa, “İnşallah bir cuma günü gelirim.” cevabını verdi. Cuma uzak değildi.

      O sırada İnebolu’da Nahifi (nahif: zayıf) adında çok iri ve şişman bir kaymakam vardı. Hamamda peştamal yerine yatak çarşafı kullandığı söyleniyordu.

      Cuma sabahında biz manastıra gitmeye hazırlanırken bir Rum kadını gelerek, kunduracı olan kocasını Kaymakam Bey’in dün akşam hiç suçsuz hapsettirdiğinden şikâyet etti. Sebebini sordum.

      “Kaymakam Bey!” dedi. “Kocama bir iskarpin yaptırmak istedi. Tabii yapacaktı. Lâkin ayakları çok büyük. Yalnız bizim dükkânda değil, bütün esnafta öyle kalıp ve burada uygun kalıp yapacak kimse de bulunmadığından kocam, ‘Ben yapamam.’ demiş. Kaymakam Bey kızmış, kötü kötü sövmüş. Kocamı da, müteessir olarak, ‘Ben kalıba sığmaz, kayık gibi ayakkabıyı nasıl yapayım?’ dediği için hapse