cezasıyla kalarak, eğer onu taşıyacak kuvvette hayvan bulunursa kendisini de manastıra götürerek bir de maddi ceza verilebilir.”
“İyi.” dedi. “Fakat iki ceza çok olur. Bir lirayı biz kunduracının karısına vererek kaymakamı ihtar ve maddi ceza ile cezalandıralım.”
Öyle oldu. Kaymakam için kepekle semirtilmiş bir ekmekçi beygiri buldular. İnebolu’dan kalabalık bir kafile hâlinde hareketle dağa tırmanmaya başlayınca beygirin terleri sabun köpüğü gibi yolları suladığından, paşaya:
“Efendim!” dedim. “Biz kaymakama ceza verelim derken zavallı suçsuz hayvanı tahammül edilmez bir azaba soktuk.”
Paşa, hayvanın hâline baktı:
“Doğru.” dedi ve kaymakamı geriye çevirdi.
Yol, üzerlerinde meyveleri pırıl pırıl yanan elma ağaçlarıyla iki tarafı çevrili bir keçi yoluydu. Yoksa insan yolu olsa, sonunda Rum Manastırı değil, Hz. Muhammed’in cennetini bulacağız zannettirecek kadar güzeldi. Karadeniz’i seyrederek iki saatte manastıra vardık. Elma ağaçları alandan geçerken, Abdurrahman Paşa, katırının üstünden bazen öne, bazen arkaya eğilerek, uşaklar veya jandarmalar elma koparıyorlar mı, diye bakınıyordu.
Denizden, yeşil dağın tepesine konmuş birkaç akbaba gibi görünen oldukça büyük manastırın kapısı önünde paşayı karşılayan ve avluya girer girmez de senelerden beri hazırlanmış olan kendi mezarını göstererek paşanın ziyaretini iadesinden pek sevinen keşiş:
“Dünyanın en bahtiyar mahlûklarından biriyim!” dedi. “Çünkü Allah ne kadar ömür vermişse onu, kanaatli insanlara mahsus bir gönül rahatlığıyla, böyle cennet gibi güzel ve yüksek ormanlar içinde geçirmiş olacağım. Ölünce de, her gün, göre göre senelerden beri bir yatak gibi alıştığım, şu mezara gömüleceğim. Sen büyük bir paşa, bir vali olduğundan, ne kadar uzasa yine pek kısa olan ömrünü binbir dağdağalar içinde geçirecek ve nerede öleceğini, nereye gömüleceğini bilmeyeceksin. Seni Kastamonu’ya vali, beni burada küçük bir keşiş yapan Allah’ın hangimize daha büyük lütuf etmiş olduğunu anla!”
Paşa, düşünceli bir tavırla dinlediği bu sözler bitince:
“Çok doğru söylüyorsunuz.” dedi. “Lâkin Cenabı Mevlâ bizi dünyaya ne olmak, ne yapmak istediğimizi sorarak göndermiyor ki… Alnımıza ne yazmışsa, bilir bilmez mutlaka ona uyup gidiyoruz.”
Keşiş efendinin kızarttırıp hazırladığı piliçlerle bizim getirdiğimiz bol yemekleri, insanın hangisine bakacağını bilemeyeceği kadar güzel manzaralar karşısında, serin çam gölgesinde mükemmel bir iştahla yedikten sonra, biz biraz gezdik. Paşa ile keşiş konuştular.
Paşa, Keşiş Efendi’nin her nedense bu kıyafet içinde gizlenmiş bir Müslüman ve hatta hiç olmazsa bir veli namzedi olduğuna galiba inanmıştı. Kendisi İnebolu’da iken, keşiş oraya geldikçe görüşülmesi arzusunu gösterdiği ve daha bir ay kalındığı hâlde keşiş, tek başına hâkim olduğu yeşil dağdan bir daha aşağı inmeye tenezzül etmedi.
Bir fırsat bulup da kendisine nereli olduğunu soramadım. Fakat düzgün Türkçesine bakılırsa Anadolulu olsa gerekti.
Angarya Kabilinden Bir Araştırma Memurluğu
1890 yılında Çankırı Redif Kaymakamlığına tayin olunarak İstanbul’dan Kastamonu’ya gelen Talat Bey, orada birkaç gün kalarak, Vali Abdurrahman Paşa’nın sevgisini kazandıktan sonra Çankırı’ya gitmişti. Talat Bey, Plevne Muharebesi’nde Gazi Osman Paşa’nın maiyetinde bulunmuş ve Plevne Tarihi adında bir kitap da yazmıştı.
Bir müddet sonra açılan Çankırı Mutasarrıflığına, adliye müfettişlerinden Faham Paşa isminde bir zatın tayini için, Dâhiliye Nezareti, Abdurrahman Paşa’nın fikrini sordu. Paşa:
“Ben Tuna Valisi iken…” diyordu. “Rusçuk Ticaret Mahkemesi’nde bu isimde bir kâtip vardı. Bu Faham o ise, Dâhiliyeye müspet cevap vermek istemiyorum; çünkü hatırımda kaldığına göre huysuz bir adamdı.”
“Efendim!” dedim. “Birkaç sene evvel bu adam Konya’da adliye müfettişiydi. Niğde adliye memurları onun doğruluğundan, namusundan bahsediyorlardı. Aynı memuriyetle Sivas’a giderken Niğde’ye uğradı ve on beş gün kadar bize misafir oldu. O sırada Niğde Mutasarrıflığından ayrılmış ve ailesini babamın himayesine bırakarak İstanbul’a gitmiş olan Gürcü Kâmil Bey’in kızıyla evlendirilmişti. Emirül Ümera rütbesini, yani İzzetli Paşa unvanını sonradan almış, o zaman Faham Efendi deniliyordu. Mademki namuslu bir kanun adamıdır, Çankırı’ya tayinine muhalefet buyurulmasa iyi olur sanırım.”
“Pekâlâ, o hâlde Nezarete müspet cevap verelim.” dedi.
Öyle bir telgraf yazıldı.
Faham Paşa Kastamonu’ya geldi. Hafız Mahir Efendi’nin evine misafir edildi. Eski tanışıklıktan dolayı kendisini ziyaret ettim. Beni hürmetle kabul etti ve Mahir Efendi’ye:
“Hâzim Bey evladım sayılır.” dedi. “Muhterem babası benim velinimetimdir. Konaklarında uzunca zaman misafir oldum. Hatta orada evlendirildim. Sivas’a giderken kendilerinden ödünç aldığım birkaç bin kuruşu da iki sene kadar sonra gönderebildiğim için hâlâ utanırım.”
Namusu ve doğruluğu hakkındaki şahitliğimden dolayı, doğru adamları pek seven Abdurrahman Paşa, kendisini iyi karşıladı. Çankırı’da bulacağı Askerî Kaymakam Talat Bey’in dirayetinden bahsederek, kendisiyle samimi bir münasebet kurmasını ve onun fikirlerinden faydalanmasını tavsiye etti.
İzzetli Faham Paşa üç günde dört defa vilayet dairesine gelip gittiği hâlde bizim odanın kapısından bir defa bile bakmaya tenezzül etmeksizin Çankırı’ya gitti. Dairede bizim Ahmet Rıfat Bey’le tanışıp Sofyalı Osman Paşa’nın oğlu olduğunu öğrenerek, hemşehrilik münasebetiyle, her geliş gidişinde onunla görüşüp konuşmuş, onun da Vali Paşa’ya mensup olduğunu görerek artık bana iltifat etmeyi bir israf saymış olduğu anlaşılmıştı.
Çankırı’ya varınca, Vali Paşa’nın tavsiyesini pek fazla bir itaatle yerine getirerek, mutasarrıflığın idaresini ve kendi iradesini Talat Bey’in keyfine, arzusuna teslim etmişti. Çankırı’dan gelenler Talat Bey’in her işe karıştığını, mutasarrıfın onun bir gölgesi hâlinde kaldığını söylüyorlardı. Böyle tabi derecesini aşan hâller ne kadar sürebilir? Bir sene kadar sonra ve birdenbire Faham Paşa ile Talat Bey’in birbiri aleyhinde velveleli şikâyetleri başladı.
Talat Bey, telgrafla: “Attal, battal mutasarrıf, cülus-ı hümayun gibi mesut bir günde, asker dairelerinin sularını keserek Kerbela çölüne çevirdi.” diyor ve mutasarrıf: “Redif Kaymakamı’nın yeniden yapılan birçok asker binalarında ve nezaret ettiği idadi mektebi yapılışında para yediğini ispat edeceğinden asker ve sivil karışık bir araştırma heyeti gönderilmesini…” istiyordu.
Bu şikâyetler üzerine, Serasker ve Dâhiliye Nazırı’nın emirlerine dayanarak, Askerî Kaymakam Cerrah Kadri Paşa oğlu Salih Bey’le iki yüzbaşı ve sivil olarak da maarif müdürü, iki nafia mühendisi ve ben, bu heyeti teşkil ettik.
Eşimin hastalığını ve Faham Paşa’nın beni arayıp sormamasından gelen kızgınlığımı ileri sürerek kabul etmek istemedimse de paşa, saniyye rütbem dolayısıyla heyetteki askerî mümessillere üstünlük ve vazifeyi yaparken taraftarlık etmeyeceğime emniyet gibi sebepler göstererek ısrar edince, mutasarrıfı makamında ziyaret etmeyerek, kendisinden sorulacak şeyleri yazılı olarak sormak şartıyla kabul ettim.
Bir yük arabasına binerek Çankırı yolunu tuttuk. Akşamüstü Ilgaz Dağı eteklerinde bir hana vardık ve Vali Paşa için döşenmiş