Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

şüphesizdi. Aramızda hekim yoktu. Kastamonu’ya da dönülemezdi. Tevekkülle bildiğimiz kadar tedavi olunmaya çalıştık.

      Handa gürültülerle kusmaya çalışırken hava da dönmüş, yıldırımlı, şimşekli, şiddetli bir yağmur başlamıştı. Hepimiz hasta hasta, tabut gibi arabalara dolarak handan uzaklaştık. Yolda, şosenin düzgün olmasına rağmen, yağmur sonucu hasıl olan güçlükleri yenmeye çalışarak, Çankırı bahçeleri arasında bizim için hazırlanan köşke, güneş battıktan iki saat sonra ancak varabildik.

      Bizim heyette Salih Bey, her nedense, Talat Bey’in aleyhinde düşmancasına hareket etmek istiyordu.

      Asker binalarının yapılışında ve tamirinde hakikaten mutasarrıfın iddia ve Salih Bey’in temenni ettiği şekil görüldüğünden, mühendislerin muayeneleri ve keşifleri bu hususu açıkça meydana koymaya kâfi geliyordu. Günden güne çatlaklar, sağa, sola çarpılmalar artıyordu. Bir aydan fazla süren bu araştırma mutasarrıfın, Talat Bey için söylediği her şeyi doğru çıkardı. Fakat gerek müteahhitlere ihale suretiyle, gerek hükûmet tarafından yaptırılan her şeyin; kereste, taş, kireç ve diğer malzemesine ait eksiltmelerin hepsi Belediye ve İdare Meclislerinin kabul ve kararlarına dayandığı ve kararların hemen hepsi Talat Bey tarafından yazdırılmışsa da belediye ve idare azalarıyla beraber mutasarrıf da imzalamış bulunduğu için, usulsüz muamelelere karşı vaktiyle susmak, sonradan her şey artık telafisi imkânsız bir hâle gelince haber vermek mutasarrıfın da suçta iştirakine delil olduğundan, vaktiyle niçin sustuğu hakkındaki yazılı sualime:

      “Devletin yüksek bir mektebinden çıkmış bir zatın bu türlü kötü muamelelere kalkışabileceği ihtimali aklıma gelmedi!” diye garip bir cevap vermişti.

      Mutasarrıfın Talat Bey aleyhindeki şikâyetlerinden biri de onun asker daireleri arasındaki arsanın bir kısmına kavun, karpuz ektirmiş olmasıydı.

      Hükûmet konağında, mutasarrıfın odasında bulunduğumuz sırada pencerenin altında avlunun bir kısmına ekilmiş olan arpayı görerek:

      “Bu tarla kimindir?” diye sordum.

      Mutasarrıf:

      “Tarla değil, hükûmet avlusudur.” cevabını verdi.

      “Avlunun bir kısmını kiraya mı veriyorsunuz?” diye sordum.

      “Hayır.” dedi. “Kiraya vermiyoruz. Bizim araba hayvanları için ben ektirdim.”

      “Talat Bey’in kendi ailesi için asker daireleri arasına bostan ektirmesiyle, sizin, araba hayvanları için hükûmet konağı avlusuna arpa ektirmeniz arasında ne fark vardır? Bu pek ehemmiyetsiz şeyden keşke hiç bahsetmeseydiniz.” dedim.

      “…”

      Bu çok sıkıcı ve saatte beş kuruş hesabıyla yalnız iki yüz elli kuruş gidiş geliş ödeneceğinden başka ücret de verilmeyen araştırma işini bir ayda bitirerek döndük.

      SİNOP

      Sinop’un Derviş Mutasarrıfı – Şaşılacak Derecede Muhtelif Hırsızlıklar ve Bu Yüzden Zavallı Bir Mahkûmun Bacağının Kesilmesi

      1889 yılında Sinop Mutasarrıflığına tayin edilen bâlâ rütbeli ve yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir zat, Vali Abdurrahman Paşa İnebolu’da bulunduğu sırada oraya geldi. İki üç gün kalarak, elinde 99’luk tespih, dilinde Allah, peygamber ve namus sözleri; hâlinde dervişlik tavrıyla Abdurrahman Paşa’nın emniyetini kazanarak Sinop’a gitti.

      Birkaç ay sonra hırsızlığa vesileler icadında pek usta bir adam olduğu anlaşılarak, Vali Paşa iki sebepten kızdı: Birincisi zavallı Sinop Livası’nın her vesile ile halkını ve devlet hazinesini hiçbir şeyden çekinmeden soyan bir mutasarrıf elinde kalması, ikincisi yalancılığıyla kendisini aldatmasıdır.

      Sinop’tan imzalı, imzasız gönderilen ihbar mektupları birbirini kovalamaya başlamıştı.

      Bunlar, yapılan kanunsuz hareketleri delilleriyle bildirmekte olduğundan Abdurrahman Paşa her birini yazı ile sorguya çekmek kabilinden mutasarrıfa soruyordu. Muamelenin gidişine dikkat eden kurnaz mutasarrıf, çok geçmeden foyası büsbütün meydana çıkarak yakayı ele vereceğini ve valinin hırsızlar, rüşvet alanlar hakkındaki nefes aldırmayan takiplerinden kurtulmanın mümkün olmayacağını anlayarak doğruca İstanbul’dan aldığı izinle Sinop’tan savuşmuştu. Bunun üzerine hem vekillik, hem de sayısız suçlarını araştırmak vazifesiyle Sinop’a gönderildim.

      Bir sene evvel, Abdurrahman Paşa’nın yanında bir ay kadar Sinop’ta bulunduğumdan kasabayı ve memurları az çok tanıyordum.

      Sinop’ta her sınıftan memur, asker, sivil sürgünler bulunduğu gibi muhtelif cezalara mahkûm dört yüzden ziyade, her din ve mezhepten insan da vardı. Bunlar arasında marangoz ve kalpazanlık suçlusu, kuyumcu gibi birçok sanatkârlar da bulunuyordu. Sürgün askerî ve sivil paşalar müstesna, bu mahkûmlar, topuklarında görünür görünmez birer demir halka ile kasabada serbestçe yaşarlar, sanatlarını yaparlardı. Hapishane müdürünün bu dört yüz küsur işçiye yalnız tütün parası bırakarak bütün kazançlarını alıp büyük kısmını muntazaman mutasarrıfa takdim ettiği ve bu şartla çalışmayanların hapishaneden çıkarılmadıkları evvelce yapılan ihbarlardandı. İlk işim, Umumi Hapishane denilen, sur içindeki kale zindanlarını ziyaret etmek oldu.

      Birinciden beşinciye kadar koğuşlarla yani kale zindanlarıyla diğer yerleri birer birer gezdiğim sırada, vilayetin sıhhiye müfettişi de yanımda idi. Yüksekteki küçük ve bir tek penceresi taşlarla kapatılmış olan beşinci koğuşun önüne gelince, hapishane müdürü, yani mutasarrıfın Rize taraflarından getirterek bilhassa bu işe tayin ettiği herifin benzi atarak:

      “Bu koğuşta kimse yoktur!” dedi.

      Bu sözü, zindan içinden kopan:

      “Vardır efendim, vardır!” sözü derhâl yalanladı.

      Anahtarları taşıyan gardiyan, elleri titreyerek kapıyı açtı. Cidden tahammül edilmez fena bir koku hücumuyla karşılaştık.

      Pencereyi açtırdım. Güneş ışığında duvar dibinde inleyen mahpusu gördüm.

      Zavallı biri, altındaki toprakla bir renkte görünen ekmek parçalarına; diğeri abdest etmeye mahsus iki çanak arasında rutubetten çürümüş bir hasıra yan yatmış, zayıf sesiyle devamlı, “Vardır efendim, vardır!” diye mırıldanarak, boynunda ve topuklarındaki zincirleri şakırdatmaya çalışıyordu. Mosmor bir renk bağlamış olan sağ bacağını hiç kımıldatamıyordu.

      Lalesi ve zincirleri derhâl çıkarılarak dışarıya taşınan mahpus:

      “Oh, dünya varmış, hava varmış, güneş varmış!” diye durmadan, kamaşan gözleriyle etrafına ve bana bakarak:

      “Hızır mısın nesin? Gözlerime inanamıyorum…” dedi.

      Zavallının kangren olduğu anlaşılan bacağı hekimlerin lüzum göstermesi üzerine kimsesizler hastanesinde kestirilmişti.

      Bu mahkûma böyle pek zalimce işkence edilmesinin sebebi, mutasarrıfın hiddetine uğramasıydı: mutasarrıf, şahsına fayda vesilesi olsun diye, Sinop halkından üçer kuruş toplatarak kasabadan Seyit Bilâl Türbesi’ne bir şose yaptırmıştı. Bu yol iki tarafında açılan hendekten ne çıkmışsa üzerine atılmak suretiyle, mahkûmlardan bir pehlivana ihale edilerek yaptırılmıştı. Bu şosenin bir kısmını yapmayı üzerine alan bu zavallı mahkûm da benzeri gibi bir tütün parasından başka kendisine bir şey verilmemesinden dolayı mutasarrıfa müracaatla herkesin iç yüzünü bildiği bir işi açığa dökmesinden dolayı zindana atıldığı anlaşılmıştı.

      Biz zindana