Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

tek konsolos olan Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin’le ilk görüşmede gerçekten dost olduk. Bu dostluğun sebepleri, onun aydın bir adam olması ve Türkçe bildikten başka memleketimiz için hayırsever görünmesidir. İkinci konuşmamızda bir münasebetle: “Ben size çok yakınım; anam Türk ve Müslüman’dır.” demişti.

      Konsolosluk salonlarında resim ve tablolardan ziyade “Ve mâ tevfikî illâ billâh.” ve “Avnullahı aleyk.” gibi yazılı levhalar vardı.

      Ağırbaşlı ve iyi yürekli bir kadın olan Madam Suhetin astronomiye hevesliydi.

      O senelerde Kastamonu’da İdadi Mektebi Müdürü bulunan merhum Celal Bey, Almanya’da herkesin anlayabileceği surette yazılmış bir astronomi kitabını, Türkçe’ye çevirerek Vilayet gazetesinde tefrika ettiriyordu. Bu kitabın Türkçesi’ne az çok yardımda bulunarak faydalandığım ve evvelce Konya’da Vali İngiliz Said Paşa tarafından da bu ilme dair her münasebetle biraz aydınlatılmış olduğum için astronominin büsbütün cahili değildim.

      Madamla buna dair konuşmalarımızda, Mösyö Suhetin tercümanlık ediyordu. Ayın hayli büyütülmüş bir fotoğrafını bana ilk defa bu madam göstermişti.

      On sekiz yirmi yaşlarında olan Matmazel Suhetin’e gelince, onunla, vaktiyle Rum mekteplerinde Fransızca hocalığı etmiş olan bizim Orman Müfettişi Kalyas Efendi’nin tercümanlığıyla Fransızca konuşuyorduk (o zaman hayli kelime bildiğim hâlde bunları muntazam kullanamazdım). Matmazelle konuşma mevzularımız, fotoğraf, resim, edebiyat olmakla beraber, her ikimizin de genç olmamız karşılıklı sempati için başka vasıtaya, hatta birbirimizin dilini anlamaya da hacet bırakmayan bir sebepti.

      Orta boyu, düzgün vücudu, beyaz rengi, altın gibi sarı saçları, masum bakışlı yeşil-mavi gözleriyle bu kızın beni büyüleyeceğini anladığımdan kendisiyle mümkün olduğu kadar az konuşmaya karar verdim.

      Orada yalnız matmazel değil, her şey beni şaşırtıyordu. İlk defa bir ecnebi aile içinde bulunuyor, bizlerden büsbütün başka bir yaşayış tarzını ilk defa görüyor, münevver ve üstelik güzel bir genç kızla ilk defa konuşuyordum.

      Bir gün Kalyas, önümüzdeki cuma gecesi Mösyö Suhetin’in beni akşam yemeğine davet edeceğini söyledi. Hakikaten konsolos dostumuz bizzat hükûmet konağına gelerek beni çağırdı.

      Sofrada ben madamın sağına, tercümanım Kalyas soluna oturtulduk. Konsolos, kızıyla karşılıklı, ortaya oturmuşlardı. Matmazelle aramıza giren çiçek demeti birbirimizi görmemize tamamen engel olamıyordu. Böyle çiçekler, şamdanlar vesaire ile süslenmiş; etrafına, aralarına siyah elbiseli erkekler oturtularak sıralananan genç ve dekolteli kadınlar dizilmiş alafranga bir sofrada ilk defa bulunduğum gibi votkayı ilk defa içiyor, renk renk şaraplarla şampanyayı ilk defa görüyordum. Bunlardan içmesem daha az sıkılgan olacağım muhakkaktı. Beni cesaretlendiren sadece bunlar değil, matmazelin çiçekler arasından yeşil ışıklı bir çift dişi ateş böceği gibi parlayan gözleriydi.

      Sıra meyve vesaireye gelince konsolos, beni metheden bölümleri şiddetle alkışlanan bir nutuk söyledi. Sonra ben ayağa kalktım. Daha söze başlamadan uzun bir alkışla karşılandım. Nutkum bölüm bölüm madam ve matmazele Fransızca tercüme edilecekti. Ancak rüyalarımda başarabildiğim bir kolaylıkla nutkumu söyledim. Bazı yerleri birkaç defa tekrarlatıldı.

      Bu fevkalade cüret ve rahat konuşmamın sebebi, mayası kaynamaya başlayan münasebetsiz bir sevginin mucizesi olduğunu ve bunun ilk önce matmazelin masum kalbinde başladığını sonra anladım.

      Yemekten sonra kimsenin bulunmadığı sigara içme salonuna geçtik. Matmazel, nutkumdan çok hoşlandığını heyecanlı bir tavırla söyleyip orada duran bir büyük albümü aldı. İçine o andaki hislerimi yazmamı rica etti. Albümün yapraklarını rast gele açarak, Sinop’a geldikleri günden beri uygun gördükleri kimselere uzun, kısa birkaç satır yazdırdıklarını anladım. Bu arada eski mutasarrıfların yazdıkları saçmaları okuduktan sonra:

      “Ben bu albüme bir şey yazmam; mamafih şu anda yazılması istenilecek hislerle de duygulanmış değilim.” dedim.

      Matmazel hemen odadan çıkarak çok süslü ve büyük bir albümle döndü. Yanıma gelerek albümün şifreli kilidini açtı:

      “Buna yazınız.” dedi. “Bu albümü benden başka hiç kimse, hatta annem bile açamaz ve içindekileri okuyamaz…”

      Israrlı ricası üzerine, içinde okumadığım beş altı satırlık Fransızca bir yazıdan başka bir şey bulunmayan bu güzel albüme şu satırları yazdım:

      “Şu andaki hislerimin bu sayfada tasvirine memur oldum. Büyük hürmete layık, hassas bir kalbin ilham ettiği bu emri derhâl yerine getirmek için hislerimi ve fikirlerimi yokladım. Yazık ki onları tasvir edebilsem bile o kudreti, kullanamayacağım kadar başka türlü buldum. Ara sıra pek latif bir yaratığın ellerini öpmek şerefini kazanacak olan bu albüme şu andaki düşüncelerimi yazmak, hiç çekinmeden, okşanıp koklanacak bir çiçek demeti arasına zehirli iğneler gizlemeye benzer. Susmalıyım. Hislerim henüz taşma hâline gelmemiş yanardağ lavları gibi dimağımda, bilinmezlik içerisinde kaynasın.

      13 Teşrinisani 1306 (Kasım 1890)”

      İki tercüman, benim karşılıklarını söyleyerek yardım etmemle beraber, bunu Fransızcaya kolayca çeviremediler. Matmazel Suhetin, yüzünde uçuşan renklerden belli bir heyecanla tercümeyi okudu, Türkçesini ayrı ayrı iki tercümana ve bana okuttu. Tercümeyi inceleyip düzelttirerek albümdeki aslının altına bizzat yazdıracağını söyledi. Benim davetim lazımken o beni dansa davet etti. Bilmediğime inanmadı. Fakat bilmediğim kendi hesabıma çok isabetli oldu.

      Hafta içinde bu ziyaretin, “hazım ziyafeti” için konsolosluğa gidince, anası ve babası gibi matmazel de beni daha samimi kabul etti ve bana, Rus gelinlerinin millî kıyafetleriyle çektirdiği renkli bir resmini gösterdi.

      “Bu resim aslı kadar güzel renklendirilmiş.” dedim.

      Yavaşça:

      “Bunu size hediye edeceğim…” diye cevap verdi.

      Ben, pek kıymetli bir yadigâr olacağını söyleyerek teşekkür edince biraz kızarır gibi oldu. Kalyas, bu zeki Rum, belli belirsiz gülümsedi.

      Kısa bir müddet sonra Kastamonu’ya dönüyordum. Veda için ertesi gün konsolosluğa geleceğimi söylemek ve evvelce Sinop’ta çektirdiğim fotoğrafı takdim etmek için Kalyas Efendi’yi Mösyö Suhetin’e gönderdim. Gelince, matmazelin de orada bulunduğunu ve dönüş sözünü duyar duymaz resime bakmadan salondan çıktığını söyledi.

      Ben gittiğim zaman ise matmazel hiç görünmedi, gelin kıyafetli resmini de vermedi. Beni bekâr sanıyordu. Hâlbuki ben o zaman iki çocuk babasıydım; üçüncüsü de son ayını bekliyordu.

      Aslan Vapuru

      Sinop’tan İnebolu yoluyla Kastamonu’ya döneceğim gün limanda üç vapur vardı: Osmanlı, Rus ve Nemçe.

      Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin dostumuz, Rus vapuruyla gidersem her bakımdan daha rahat ve iyi bir seyahat etmem için kaptana tavsiyede bulunacağını söyledi. Fakat limanda bir Osmanlı vapuru dururken bunu hoş görmedim. Daha evvelden bu vapur için bilet aldırdığımı söyleyerek özür diledim.

      Osmanlı vapuru, vaktiyle bir İngiliz gemisi iken hayli yaşlanıp adına yakışan sağlamlığı kaybettikten sonra bize satılmış, “Aslan” ismi verilmiş, daha doğrusu, her tarafını süsleyen madeni aslan resimlerine bakılınca, İngilizce’den tercüme edilmişti.

      İhtiyar Aslan, Sinop Limanı’ndan hareketinden bir iki saat sonra, bilmem neresinde ortaya çıkan arızanın tamiri için, bir buçuk saatten fazla