Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

kamarama girdim.

      O da, benimkinden uzak olmayan kamarasına girdi. Beş on dakika sonra horul horul uyumaya başladı. Pervanenin ve onu bastıran horultunun tesiri uyumamı imkânsız bir hâle koydu. Bu kötü işkencenin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum.

      Birdenbire vapurun pervanesi durdu, makinelerin sesleri kesildi. Kaptanın korkunç hırıltısından başka gürültü kalmadı. Bir iki dakika sonra güvertede ayak sesleri duyulmaya başladı. Bir kibrit yakarak saate baktım. Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olmuştu. İnebolu’ya geldiğimizi zannetmeye imkân yoktu. İkinci bir arıza ihtimaliyle paltomu giyip güverteye çıktım.

      İkinci kamara yolcuları yarı çıplak bir hâlde, telaşla yukarıya çıkıyorlardı. Bu duruşun sebebini birine sordum:

      “Vapurda hamdolsun bir arıza yok.” dedi. Fakat Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olduğu hâlde vapurun gidişine göre bilmem nerede bulunmamız lazımken bulunmuyormuşuz. Birinci, ikinci kaptanlar meydanda yok. Hava bulutlu olduğu için yazıcı, mevki tayin edemeyerek “Acaba karaya mı düşüyoruz?” diye vapuru durdurmuş.

      Yazıcının yanına gittim. Hakikaten, “Sinop’tan hareket edeli beş buçuk saat oldu.” diye hesap ediyordu.

      “Sinop’tan biraz uzaklaşınca vapurdaki bozukluğun düzeltilmesi için bir saatten ziyade durmuştuk. Bunu da hesaba katıyor musunuz?” diye sordum.

      Yazıcı:

      “Hay Allah cezasını versin!” dedi. “Öyle ya, bir buçuk saati hesaptan düşmek lazım!”

      Yazıcı da sarhoştu. Aslan’a biraz daha hızlı gitmesi emri verildi. Bundan sonra uyumak mümkün olmayacağından giyinerek ikinci kamara salonuna gittim. Orada yedi sekiz yolcu vardı. Bunların her biri bu Aslan’la, “Şark” adlı diğer bir vapurda şahit oldukları bu gibi hadiseleri anlattılar.

      İnebolu’ya çıkarken birinci kaptanı bulup veda etmek ve utandırmak niyetiyle geceki olaydan bahsettim; mübarek hiç istifini bozmayarak:

      “Böyle şeyler karada da, denizde de olağandır.” dedi. “Selametle geldik ya, sen ona bak!”

      İZMİR

      İki Memleket Arasında Kırk Sene Evvelki Fark – Kısraklar Kuskun Taktırmazlar, Takılırsa Çifte Atarlar

      İkinci Abdülhamid devrinde uygulanan usule göre, yabancı memleketlerden gelen kitaplar, gümrük ve postanelerden mahalli idarelerine gönderilerek tetkik edilip memleketimize girmesinde mahzur olmadığı resmen bildirilmedikçe sahiplerine verilmezdi.

      Bu usul yüzünden kim bilir hangi meraklı bir zatın itina ile seçerek topladığı dört-beş yüz cilt Fransızca kitabın tetkik olunmak üzere yedi-sekiz sandık içinde Dedeağaç ambarlarında ve hükûmet konağı koridorunda senelerce bekleyerek maalesef nasıl çürüdüğünü sırası gelince anlatacağım.

      İzmir’de bulunduğum esnada (1892) Londra’dan İzmir’deki bir kitapçıya gönderilen İngilizce kitaplardan biri Umur-ı Ecnebiyye Müdürü’nün mütalaası üzerine vilayetçe mahzurlu görülerek geldiği yere iade ettirilmişti. Kitabın ve yazarının isimlerini unuttumsa da çok enteresan olan mevzusunu bu kadar yıldan beri unutmadım. Çünkü unutulması mümkün olmayan bir hadisedir. İngiliz yazarlarından biri, İngilizler’in bir Tanrıça gibi sevdikleri ve öyle hürmet ettikleri Kraliçe Viktorya (o zaman sağdı) aleyhinde yine bir İngiliz gazetesiyle pek şiddetli yayında bulunmuştu. İngiltere hükûmetince gösterilen lüzum üzerine Londra’da yapılan açık muhakeme neticesinde suçlu yazarın beraatine karar verilmişti. Mahkemenin adaletinden faydalanan yazar, suç sayılan makaleleriyle muhakemenin tafsilatını ve beraat hükmünü birleştirerek bir kitap hâlinde ve yine Londra’da neşretmişti. İşte bizim hükûmetin mahzurlu görerek memlekete girmesine izin vermediği kitap buydu. Umur-ı Ecnebiye Müdürü Armanak Efendi’nin gördüğü mahzur iki türlüdür: Biri, tebaasından fani bir mahlûk, tabi olduğu hükümdar aleyhindeki fikirlerini yayına nasıl cüret edebilir? İkincisi bu cüret bizim yazarlara da örnek olabilir. Müdür, bu kitabın memleketimize girmesine göz yumarsa vay hâline! Çünkü derhâl Yıldız Sarayı’na bir jurnal uçar, kendisi azlolunurdu.

      İngiliz yazarının makaleleri gazetede ancak bir iki gün yaşayacakken kitap hâlinde kütüphanelere girerek sonsuz bir hayata kavuşmuştu. O devirlerde şu iki memlekette yaşayan insanların hürriyet ve mukadderatı arasındaki baş döndürücü farktan pek fazla kederlenmiştim.

      Vali Abdurrahman Paşa, birçok meziyetlerine, hususiyle medeni cesaretine rağmen bazı hâllerde pek vesveseli hareket ederdi.

      Umur-ı Ecnebiyye Müdürü, bu İngiliz kitabı hakkında mütalaa beyanıyla dikkati celp etmese, vesvese uyandırmasa paşa: “Neme lazım, bir İngiliz, kendi hükümdarı aleyhinde yazı yazmış, mahkemeye verilmiş, beraat etmiş, aynı memlekette o yazılar kitap şeklinde bastırılmış.” diyerek yasaklamazdı.

***

      Vali Abdurrahman Paşa günün birinde İstanbul’dan, Yenicami merkezinden kendisine çekilmiş olan şu telgrafı aldı:

      “Kısraklar kuskun taktırmazlar, takılırsa çifte atarlar, ferman.”

      İmza: Mehmet Kör

      Bu tuhaf telgraf Paşa’yı büyük bir telaşa düşürdü. Çünkü vesvese ile türlü türlü manalar verdi ve çok sıkıldı. Nihayet Dâhiliye ve Zaptiye Nezaretlerine “acele” işaretli telgraflar çekti. Kör Mehmet yakalatılarak bu telgrafla ne demek istediğinin araştırılmasını, neticenin de bildirilmesini rica etti.

      Meğer paşa, bir hafta evvel İstanbul’daki kâhyasına, bir çift araba beygiri satın alarak ilk vapurla İzmir’e gönderilmesini emretmiş. Bu ısmarlamadan haberim olsa, Kör Mehmet telgrafının sırrını belki çözebilirdim. Kör Mehmet at tellallarındanmış; kâhya, onun gösterdiği beygirleri almayarak başka bir tellalın getirdiği iki kısrağı tercih ettiğinden, kızarak paşaya bu kısrakların ayıplarını haber veriyormuş.

      Sivrihisar Kaymakamı ve Makamıyla Marifetleri Marangoz Bir Kadı – Jandarma Neferi İhtiyar Mahmut

      İzmir’de Mektupçu Kalemi mümeyyizi iken (1892) Aşar Artırma ve İhale Memurluğu ile Sivrihisar’a gitmiştim. Bu kazanın ismi Sivrihisar’dır. Eskişehir dâhilinde de bir Sivrihisar bulunduğundan, postanelerce yanlışlığa yer verilmemek ve mektup zarflarına İzmir Vilayeti’ndeki Sivrihisar’ı anlatmak için Sifrihisar diye yazılması o senelerde kararlaştırılmıştı. İzmir ve civar ahalisi hâlâ Sifrihisar derler. Gazetelerde Seferihisar yazılmasının sebebini keşfedemiyorum.

      Varışım cumaya rastladığı için hükûmet konağında ve bunun önündeki, yapraklı ağaç dallarıyla yapılmış bir gölgeliğin altında bulunan jandarma yatakları yanında kimse yoktu. İki jandarma atlısı ile İzmir tarafından bir memur geldiğini konağın penceresinden gören ak sakallı ve gözlüklü bir jandarma neferi, hemen gözlüğünü çıkarıp cebine koyarak beni karşıladı ve yukarı kata çıkardı.

      Birkaç ay evvel İzmir’den gelen bir jandarma müfettişi: “Hiç gözlüklü jandarma olur mu?” diye, kendisini emektar olduğu bu meslekten çıkarmak istediği için, beni sivil giyinmiş bir müfettiş sanarak gözlüğünü sakladığını az sonra kendisi söyledi.

      Giritli olan bu jandarma, uzun müddet Mısır’da, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabalarında bulunmuş; zeki, sözü, sohbeti düzgün ve alaycı bir adam olduğundan, Sivrihisar’da kaldığım on gün içinde ve bilhassa geceleri onunla konuştum.

      Hükûmet konağının üst katına çıkınca, kaymakamın odasını sordum. Gülünç bir tavırla:

      “Ne yapacaksınız?” dedi.

      “Oturmak için!”

      “Orada