bitişik olduktan başka, vazifelerinde de alaka vardı.
Abdurrahman Paşa’nın, haklı olsa bile her rast geldiğine ve bilhassa sıra bozarak, rütbe, nişan verilmesinin şiddetle aleyhinde olduğu, benim Konya’da iken verilen “Sâlise” rütbemi beş yıl sonra terfi ettirmesiyle sabittir. Böyle iken her fırsattan istifade ederek Halit Ziya’yı, Vali Paşa’ya, layık olduğu derecede sevdirdim ve deveye hendek atlatmak derecesinde güçlükle paşayı, rütbe sırasına bakmadan benimle bir rütbede bulunması için ona “Hamise”, “Râbia” ve “Sâlise” rütbelerini atlatarak “Sâniye Sınıf-ı Sânisi” rütbesini Babıali’ye teklifi için razı ettim. Bu rütbenin bir de “Sınıf-ı Mütemayizi” vardı.
Aldığım emir üzerine Sadrazam Müşir Cevat Paşa’ya pek taraftar bir yazı hazırladım. Evvelce hiç sözü geçmediği hâlde paşa, benim rütbemin de sâniye sınıf-ı mütemayizine terfisi hakkında ayrıca bir yazı yazılmasını istedi. İki hafta sonra gazetelerde Halit Ziya’ya hâmise rütbesi verildiğini esefle okuduk. Benim rütbeye gelince, Cevat Paşa da sırasız ve hak edilmemiş rütbe ve nişan dağıtılmasına taraftar olmadığından, bana dair olan yazıya “Adı geçenin yaşına ve devlet hizmetindeki kıdemine nazaran şimdilik hıfzedilmesi…” diye yazarak evrak odasına gönderdiğini öğrendik.
O sıralarda İzmir’de hâmise ve hatta râbia rütbeli hiç kimse bulunmadığından, Halit Ziya elinden tutularak “Şuraya buyurun.” diye yukarı oturtulacağı yerde ayaklarından aşağıya çekilmiş gibi oldu. Delaletimden pek mahcup olarak onu tebrik değil, teselliye mecbur oldum. Hâmise rütbesi, rütbelerin en küçüğü olmakla beraber, hamiyetli unvanı hepsinden daha şerefli idi.
İzmir’den ayrıldıktan sonra bahtsız Şair Tokadizade Şekip Bey’i bir daha görmemin nasip olmadığına pek müteessirdim. Mektuplaşıyorduk. Son mektubunu, feci ölümünden beş on gün önce almıştım.
Ben İzmir Mektupçuluğumdan Vali Muavinliği ile Edirne’ye gittikten sonra Emrullah ve Tevfik Nevzat’la diğer birkaç İzmirli gencin Avrupa’ya kaçmaları için güya tarafımdan yardım yapılmış olduğuna dair İzmir’den Yıldız Sarayı’na bir jurnal gönderilmiş; keyfiyet Vali Hasan Fehmi Paşa’dan sorulduğunu ve paşanın, benim bu efendilerle hiçbir münasebetim bulunmadığı yolunda cevap verdiğini, onun emriyle Mektupçu Ahmet Rıfat Bey bana gizlice bildirmişti. Jurnalcinin Meclis-i İdare Başkâtibi, sebebinin de haset olduğu anlaşılmıştı.
İzmir’den kaçarken, Emrullah Efendi, Maarif Sandığı’ndan bin Osmanlı lirası almış olduğundan, Meşrutiyet’ten sonra Mebusan Meclisinde bu para uzun münakaşaya sebep olmuştu. Fakat geri alınmasına karar verilip verilmediğini hatırlayamıyorum.
Bütün Büyük Devletlerin Donanmaları İzmir ve Urla Limanlarında – Bir Aşk Faciası – Selam-ı Hümayun
1887 senesinde Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin en büyük ve modern harp gemilerinden tertip edilmiş olan donanmaları bir yaz mevsimi geçirmek üzere İzmir ve Urla Limanlarına gelmişlerdi. Sayıca en azı Avusturya donanması olduğu hâlde galiba on beş gemiden ibaret olduğuna göre, hepsi yüzden fazla harp gemisi tayfasının iki ay yiyip içme masrafları tahmin olunabilir. Sahilden bunlara her gün mavnalarla her türlü erzak taşınıyor, onlardan İzmir’e ve Urla’ya muhtelif, resimli, kıymetli altın sikkeler akıyordu. Efradın sürü sürü İzmir’e, Urla’ya çıkarak getirdikleri altınlar, götürdükleri yerli mal ve mahsuller de mühim yekûnlar teşkil ediyordu. Sarhoş İngiliz askerlerinin bindikleri eşeklerle o zamanlarda çok kalabalık olan İzmir Kordonu üzerinde yarış yapmaları çok tuhaf oluyordu. Ve bu yarışçılardan çok sarhoş birinin, bindiği eşeği büyük bir kayığa koydurup yine binerek, mensup olduğu zırhlıya vinçle çıkartıldığını işitmiştim.
Her donanmanın amiral ve zabitlerine ayrı ayrı ve devletlerinin alfabe sırasına göre hükûmet konağında padişah tarafından emredilen birer ziyafet verilmişti. Bunlara karşılık altı amiral üçer, dörder gün ara ile zırhlılarında fevkalade muhteşem birer balo vererek Vali Paşa’yı davet ettiler. Fakat muhterem Vali Paşa, siyasi memurların davet kabul etmek istemedikleri zamanlar için bulunmaz bir uydurma hastalık sermayesi olan romatizma, siyatik gibi bir özürle, kendisi gitmedi; oğlu Arif Hikmet Bey’le beni gönderdi.
Yüzden fazla geminin en moderni ve en büyüğü olan, uzaktan kaleli, burçlu, kuleli Orta Çağ şatoları gibi görünen Hoche adlı Fransız zırhlısındaki balo hepsinden parlak oldu. İki yüzden fazla çiftin dansettiği geniş güvertenin üstü ve yanları kıymetli İzmir halılarıyla kapatılmış; kumaşlarla, bayraklarla cidden pek güzel süslenmişti. Altı donanmanın genç zabideri İzmir’in üç yüzden fazla genç kadını ve genç kızıyla güneş çıkıncaya kadar dans ettiler.
Altı donanmadan en yakışıklıların seçilmiş gibi göründüğü beyaz zabitler arasında, on kadar da gerçekten sevimli zenci vardı. İzmir’in lâtif cinsleri beyazlardan çok siyahlardan hoşlanıyor gibiydiler.
Bu balodaki temaslarla Fransız şampanyalarının tesiri; tatmini mümkün olmayan pek hızlı bir aşk meydana getirmişti. Bu aşk, yıldırım gibi, genç bir Fransız zabitinin başına düşerek hemen ertesi gün intiharına sebep oldu. Zabitin İzmir’deki Katolik mezarlığına gömülmesi merasimi ortaya bir devletler hukuku meselesi çıkardı.
Malum olduğu üzere ölen zabitlerin mezarlarında son hürmet alameti olarak bir asker müfrezesi tarafından toplu ateş açılır. Zamanımızda adı bile ortadan kalkmış gibi görünen devletler hukukunda az veya çok sayıda silahlı asker bir yabancı memlekete ancak harp ve istila suretiyle girebilir.
Polis Müdürü, bu intiharı Vali Abdurrahman Paşa’ya söylerken ben de orada bulunuyordum. Paşa:
“Ne yapalım?” dedi. “Eğer aşk, tatmini mümkün olup olmadığını bilerek doğmuş olsa, insan iradesini bu derece alıp götürmez; böylelikle bu kadar da çok facia doğmazdı.”
Ben:
“Bu saygısız aşk bizim için de hoş olmayan bir iş doğurabilir.” dedim. Paşa hayretle:
“Ne gibi?” diye sordu. Dinî ilimlere bir medrese hocası kadar vâkıf olduğu gibi hafızası da kuvvetli olan ve siyaset hakkında Türkçe kitapları da vakit buldukça okuyan; okutup dikkatle dinleyen paşa bu bahiste cahil sayılamazdı.
“Yarın bu zabiti gömdükten sonra mezarı üstünde silah atmak üzere zırhlıdan, bir asker müfrezesi çıkarmaları mümkündür. Bildiğiniz gibi bir yabancı memlekete silahlı asker çıkarılamaz.” dedim.
“Evet, evet.” dedi. “Galiba Hasan Fehmi Paşa’nın Telhis-i Hukuk-ı Düvel kitabında da böyle deniyordu. Öyle bir teşebbüse karşı ne yapacağız?”
“Onlar buna kalkıştıktan sonra mâni olmak tatsızdır.” dedim. “Biz onlardan evvel davranıp bu teşebbüse engel olmalıyız.”
“Nasıl?”
“Vakit geçirmeyerek Umur-ı Ecnebiyye Müdürü bir kartvizitle Amiral’e gönderilse, taraf-ı fahimanelerinden taziye ile beraber, asırlar görmüş Türk-Fransız dostluğuna nazaran Türk toprağına sonsuz bir emanet olacak bu zabit için son hürmet merasiminin, bizim asker tarafından yapılmasından sevineceğimiz söyletilse iyi olur sanırım; Amiral de bu iyi niyetteki maksadı anlamakla beraber iyi karşılayarak teşekkür zorunda kalır.”
Paşa bu fikri uygun buldu. İki saat sonra Polis Müdürü, Amiral’in Vali’nin bu nazik düşünüşünden (pensee delicate) pek çok mütehassis olduğuna dair teşekkür mektubu ile döndü. Fransız Konsolosu bizzat gelerek de teşekkür etti.
Bu tedbirden pek mahzuz olan padişah da valiyi selamıyla (Selam-ı hümayun) lütuflandırdı.