Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

kölelerindenmiş.”

      Kaymakamın odasına girdim. Galiba on sene evvel bu konak kurulduğu zaman yapılmış olan döşemeler garip bir surette eskimiş olmakla beraber her şey kalın bir toz tabakasıyla örtülü kaldığından, senelerdenberi içine insan ayağı basmamış, hiçbir yerine insan eli değmemiş gibiydi. Jandarmaya:

      “Bir yanlışlık olmasın.” dedim. “Burası kaymakam odasına değil, içinde insan oturan bir yere bile benzemiyor!”

      “Yanlışlık yok.” dedi. “Kaymakam buraya ayda yılda bir ya girer, ya girmez. Vaktini ya memur odalarında yahut aşağıdaki gölgede gördüğünüz jandarma yatakları üstünde geçirir. İşleri olanlar, ellerindeki kâğıtlarla odadan odaya kaymakamı ararlar. Bu yazı takımının hâline bakın! Hokkada mürekkep kurumuş, içindeki lika, maden kömürüne dönmüş.”

      Mahmut, kaymakamın koltuğuna önden, arkadan birkaç yumruk indirerek ötesinden berisinden fırlayan fareleri gösterdi:

      “Kaymakam sandalyesi değil, sıçan mahallesidir. Bu koltukta insan otursa fareler böyle yerleşebilir mi?”

      “Konakta başka bir temiz oda yok mu?” dedim. Mahmut:

      “Kadı’nın odası temizdir, oraya buyurun!” diyerek önüme düştü. Şeri Mahkeme odası hakikaten temizdi. Kadı sandalyesinin yanındaki pencere içinde birçok marangoz alet ve edevatı gördüğümden, sordum:

      “Bunlar nedir, odada tamir mi var?”

      “Hayır.” dedi. “Bizim Kadı mükemmel bir marangoz ustasıdır. Pek güzel şeyler yapıyor. Hatta siperli bir top arabası modeli yaparak Serasker Paşa’ya yolladı. Beğeneceğinden emin. Cevap ve mükâfat bekliyor…”

      Bu sırada, Mahmut:

      “Bakınız, bakınız!” diyerek eliyle konağın karşısındaki dükkânlardan birinin önünde duran bir adamı gösterdi. “İşte Kaymakam Bey’imiz budur. Bundan sonra her şeyi siz kendiniz anlarsınız!” dedi. Önü açık ve iki yandan yırtmaçlı beyaz gecelik entarisi; püsküllü örme kuşağı, arkası yatırılarak pantuflaya (aba terlik) çevrilmiş kundurası; ak çorapları ve kollarına geçirmeyerek omuzlarına attığı sarı, bilinen Şam hırkası; koyu mor ve sivri kalıplı fesi; elinde tüten iki karış kadar uzun ağızlığı ile çok tuhaf bir kılık almış olan Kaymakam, konak önünde terli atlarını gezdiren iki jandarmayı görerek el işareti ile nereden geldiklerini sordu. Jandarmalardan biri yanına giderek, beni getirdiklerini söyleyince, konak pencerelerine baktı ve Kadı’nın odasında bulunduğumu gördü. Bu kıyafetle mi, yoksa evine giderek giyinip de mi geleceğinde tereddüt ediyor gibi ileri, geri bir iki küçük adım attıktan ve bana bir temennadan sonra giyinerek geleceğini işaretle anlattı. Pencereden başımı çıkardım: “Böyle geliniz!” dedim. Hırkanın kollarını geçirip, önünü kavuşturarak ve “Bizim oda da var ama burası daha serindir.” diyerek geldi. O güne kadar bu kaymakam kadar uzun boylu adam görmediğimden, merhabadan sonra:

      “Kaymakam Bey, maşallah boyunuz, hayli uzun!” dedim.

      “Öyle efendim.” dedi. “Bundan on beş sene kadar evvel İstanbul’da Karaköy Köprüsü’nden Galata’ya giderken peşime bir Frenk takıldı. İngiliz olduğunu sonradan öğrendim. O zaman, bütün dünya yüzünde benden ancak bir santimetre uzun yalnız bir adam varmış, o da yakınlarda ölmüş. Bu İngiliz, Türkçe biliyordu. Beni Köprübaşı’nda bir kıraathaneye götürdü. Boyumu ölçtü. Uzun boylu konuştuk. Beni İngiliz başkentine götürmek istiyordu. O sıralarda İstanbul’da belli başlı bir işim de olmadığından, bu teklife razı olur gibi yaptım. Gidiş dönüş masrafımdan başka, orada kalacağım müddetçe otel, lokanta vesaire hesaplarını da görecek ve günde iki İngiliz lirası harçlık verecekti. Oldukça kârlı bir seyahat olacaktı. Derhâl bir kontrat hazırlayarak mukavelat muharririne (Notere) tasdik ettirmek istedi. Fakat ben, önce düşünüp sonra kesin kararımı vermek üzere ‘Ertesi gün aynı kıraathanede birleşelim.’ dedim. Kabul etti. İş bitmiş demekti. Ben hemen oradan kalkarak eski bir dostumu buldum ve meseleyi kendisine hikâye ederek fikrini sordum. Dostum gülerek:

      ‘İngiliz seni görülmemiş bir hayvan gibi camekân içine koyarak ücretle halka seyrettirecek demek!’ dediği için bu seyahatten vazgeçmiştim.”

      Aşar işlerine, kasabadaki mekteplere ve diğer meselelere dair kendisiyle biraz konuştuktan sonra:

      “Bu odadan çok bir şey görünmüyor. Konağın hangi odası manzaralı ise, biraz etrafı görmek üzere oraya gidelim.” dedim.

      “Manzaranın en güzeli arka taraftadır.” diyerek önüme düştü. Bir odaya girdik.

      “Şu pencereden bir kere bakınız, ne güzel bir manzara!” dedi.

      Konağın arkasında geniş bir sahanın fena bir bataklık hâlini almış olduğunu hayretle görerek:

      “Kaymakam Bey, bu nedir?” diye sordum.

      Kaymakam, bizim bu hayret sualini takdir manasına alarak:

      “Garip kuşun yuvasını Allah yapar derler. Bu da benim için öyle oldu. Burada yakın gezecek yerler olmadığından, pek sıkılıyordum. Günün birinde eşraftan bir zat (galiba Ahmet Bey yahut Ağa) konağın sağ tarafında yaptırdığı evin kerpiçlerini burada hazırlaması sebebiyle çukurlar peyda oldu. Ona bakarak ahaliden bazıları da kerpiç ihtiyaçlarını oradan temin ettiklerinden, çukurlar çoğaldı ve birbirine bitişerek büyüdü. Bir müddet sonra günlerce süren pek şiddetli yağmurlar bu çukurları doldurarak güzel bir gölcük meydana getirdi. Bir çeşmenin ayağını da buradan akıtıverdik. Bakınız; hele şu ortaları nasıl zümrüt gibi yemyeşil, ne kadar güzel! Sabah, akşam yüzlerce kurbağanın ince kalın sesleriyle ötüşleri çok hoşa gider bir şeydir…” dedi.

      Bu sözleri, hiç istifimi bozmadan dinledikten sonra:

      “Burada sıtma hastalığı var mıdır?” diye sordum. Kaymakam:

      “Vardır, hem de pek çoktur. Serçeleri bile tutar.” cevabını verince:

      “İşte!” dedim. “Sıtmanın sebebi bu durgun ve pis sulardır. Hükûmet konağının yanında böyle bir bataklık vücuda getirdiklerini Vali Paşa duyarsa, boyunuz ne kadar yüksek olursa olsun sizi bu pis sular içinde boğdurur…”

      Kaymakamın beti benzi attı. Gözlerini açarak ve uzun burnunu kaşıyarak:

      “Gerçek mi söylüyorsunuz?” diye sordu.

      “Gerçeklerin gerçeği!” dedim.

      “Efendim!” dedi. “Her hastalık gibi sıtma da Allah’tan gelir. Kurbağalı suların sıtma yaptıklarını ilk defa zatıalinizden işitiyorum.”

      “Kurbağa değil, böyle durgun sular içinde yaşayan bir nevi sivrisinek sıtma aşılar.”

      Kaymakam düşünür gibi biraz durduktan sonra:

      “Bununla beraber…” dedi. “Memleketin eşrafından biri burada kerpiç kestirmiş, onu gören ahali de öyle yapmışlar, meydan çukurlaşmış. Allah’ın yağmurları dolarak, bir gölcük meydana getirmiş, yine Allah’ın yarattığı kurbağalar içinde toplanarak ‘Vırrık, vırrık!’ diye ötüyorlar. Bunda benim suçum, günahım ne?”

      “Sonra anlarsın.” diye cevap verdim.

      Konağın sağ tarafındaki bir odanın pencereleri bütün bütün kapatıldığından, kapıdan başka hiçbir yerden ışık sızmadığını gördüm. Sebebini Kaymakam’a sordum:

      “Evvelce aydınlıktı.” dedi. “Pencereler kapatılınca böyle oldu.”

      “Niçin kapattınız ?”

      “Şimdi öteki odada söylediğim