Ebubekir Hâzim Tepeyran

Hatıralar


Скачать книгу

eden bir sesle:

      “Otur, sana söyleyeceklerim var… Fakat annene başladığım sözlerimi bitirdikten sonra söylerim…” diyerek yüzünü anneme çevirdi:

      “Sözün neresinde kaldık? Ha…” Mühürdar Bey: “Vali Paşa hazretleri bugün öğleden sonra rüştiye mektebini şereflendirecek, öğretmenlerine bir haber gönderiniz.” dedi. Ben yalnız haber değil, İdare Meclisinin oldukça yeni koltuklarından, sandalyelerinden beş on tanesini de gönderdim. Vakit gelince paşa mektep yolunu tuttu. Mutasarrıf Bey, kadı, muhasebeci ve ben de peşine düştük. Bu paşa, pek fazla mektep meraklısı bir zat. Konya’da ilk defa olmak üzere yapılan muntazam dört ilk mektep de onun eserleridir. Konya’ya şimdiye kadar bu derece feyizli, namuslu ve dindar bir vali gelmemişti, özetle çok kıymetli ve mübarek bir zat. Mektebin dört sınıfından beşer talebeyi bizzat birer birer imtihan etti. Talebelerin her soruya uygun cevap vermelerinden paşa pek memnun olarak, kendilerine güzel saatler, yazı takımları gibi mükâfatlar verdi. Şu bizim komşu belediye çavuşunun cılız oğlu da, kara bakkalın kara çocuğu da mükâfat aldılar. Paşa imtihana başlamadan önce büyük dershanede saf saf dizilerek ayakta duran çocuklara bakarak: “Müdür Bey!” dedi. “Bunların arasında mahdum beyi göremiyorum.” Bu suale nasıl cevap vereceğimi şaşırdım; başıma kaynar su dökülmüşe döndüm: “Bu sabah birdenbire hastalandı, maalesef gelemedi.” diye yalan söylemek mecburiyetinde kaldım. Karşımda duran birinci muallim gülümsedi. Bilir misin Muhsine, paşanın suali kulağıma kızgın bir demir çivi gibi girdi. Bu yalanı söylerken kömür koru çiğniyor gibi ağzım, dudaklarım yandı. Belediye çavuşunun, hele şu kara bakkalın oğulları bir sabık sadrazamın, âlişan bir valinin mükâfata layık gördüğü kadar okusun yazsınlar da; bizimki mektepten kaçarak serserice şurada burada gezsin kızlar ağası gibi, daima kız çocuklarla düşüp kalksın, olur şey mi? Bundan daha fazla esef edilecek bahtsızlık mı olur?

      Çok sevdiğim babacığımın sesi, son kelimeleri söylerken biraz değişir, gözleri yaşarır gibi oldu. Yüzünü pencereye çevirerek bir dakika kadar sustuktan sonra:

      “Sana söylemekten vazgeçtim.” dedi. “Haydi, odana git!”

      O söylerken benim yüzümün renkten renge girdiğine tabii dikkat etmişti.

      Odamıza gelir gelmez, her biri bir yerde sürünen ders kitaplarını bulup toplamasını, gizli bir şey söylüyor gibi yavaşça ablamdan rica ettim.

      “Kardeşim!” dedi. “Galiba mektebe gitmeye niyet ediyorsun! Bir iki gün içinde yine kaçacaksan hiç gitme, daha iyi…”

      “Hayır!” dedim. “Artık kaçmayacağım!”

      Ablam, ben, “Aman dur, söyleme!” demeye vakit bırakmaksızın babamın odasına koşarak, “Hâzim yarın mektebe gidecek!” diye müjdeledi. Babam bana işittirmek için:

      “Gitmesin, gitmesin! Yarın, öbür gün yine kaçar, başkalarının çocuklarına da haylazlık örneği olur!” diye bağırdı.

      Ben babama bir sürpriz yapmak için mektebe gideceğimi söylememek azminde idim, nasılsa ablama söylemiş bulundum. Artık mektepten kaçmadığımı, kaçmayacağımı ispat etmek üzere günlerin, haftaların, ayların pek çabuk geçmesini temenni ederek yattım. Fakat bir türlü uyuyamayarak erkence evden çıktım; mektebin kapısını o zamanlarda bevvap denilen kapıcı ile beraber açtık.

      Kırk beş talebeden meydana gelen ilk sınıfın dümen neferi olmak üzere aylardan beri boş duran yerime oturdum.

      Üç sene sonra ikinci sınıfın ikincisi olduğum hâlde, aynı memuriyetle yine Niğde’ye döndük. Sınıfın birincisi, evvelce biraz medrese tahsili görmüş, yirmi yaşlarında bir delikanlı idi. İki ay kadar hastalıkla mektebe devam edememiş olmakla beraber, on beş yaşında, sınıfın birincisi olarak diploma aldım.

      Bu imtihanda hazır bulunan Mutasarrıf Hasan Mazhar Paşa beni beğenerek babama şöyle bir teklifte bulunmuş: “Bu çocuğun yalnız bir rüştiye tahsiliyle Niğde’de kalması doğru değildir, bunu İstanbul’a gönderelim. Benim orada evim var. Oğlum Memduh, Mülkiye Mektebine devam ediyor. Bir de kızım var, Hâzim Bey’i onunla nişanlayarak yahut nikâhlayarak gönderelim. Memduh’la beraber Mülkiye’ye devam etsinler. Kızım burada idi. Siz Niğde’ye gelmeden bir ay evvel İstanbul’a gittiler. Bütün akrabalarınız kendisini pek iyi tanırlar. Çirkin bir çocuk değil. Talim ve terbiyesine özen gösterilmiş sevimli bir kızdır; yaşları da uygundur. Babam razı olur gibi olmuş. Fakat annem, belki de beni dünyaya getirdiği gün, küçük hemşiresinin kim bilir ne zaman doğacak kızına hayalen nişanlamış, nikâhlamış olduğundan: “Bir tanecik oğlumu gözümün önünden bir gün bile ayıramam; mutasarrıfın kızı hem çirkin, hem de saralı imiş!” diyerek babamın meylini gözyaşı tufanları içinde boğmuş. Tabii bana bir şey söylenmemişti. O zamanlarda evlenmek kızın, oğlanın değil babasının, anasının keyiflerine tabiydi. Bu macerayı ben on altı yaşında, büyük teyzemin on üç yaşındaki kızıyla nişanlandıktan sonra öğrendim.

      O sırada, yani rüştiyeden çıkar çıkmaz “Tahrir-i Emlak ve Arazi” namıyla ihdas olunan dairenin kâtipliklerinden birine üç yüz kuruş maaşla, yani “Muhaberat Kâtipliği”ne tayin edildim. Birkaç ay sonra rüştiyenin boş olan yazı hocalığı, memuriyet ilavesi olarak bana verildi.

      O zamanlarda rüştiye mektepleri küçük bir darülfünun (üniversite) sayılabilirdi. Pek kısa da olsa okutulan metinlerin o derecelerden, fazlasını değil, o kadarını bile, otuz bin nüfuslu kasabalarda İstanbul’dan gönderilen başhocalardan başka bilir hiç kimse yok gibi idi. Memleketin en aydınları rüştiye mezunlarıydı.

      Bu rüştiyelerde en fazla Arapçaya önem verilerek onun sarfı, nahvi (gramer ve söz dizimi) itina ile öğretilir ve ilk senede Farsçanın kısaca bir grameri gösterildikten sonra “Pend-i Attâr” adlı küçük bir risale ve bazı rüştiyelerde bunun yerine: (Sîb hurdem, yedim elmayı, ‘Ekeltuttuffâh’) gibi Türkçe, Farsça, Arapça manzum bir lügat kitabı olan “Tuhfe-i Vehbî” ezberletilir; üçüncü, dördüncü senelerde Sadi’nin, Gülistan’ından dört bölüm okutarak “Bâb-ı pençem der aşk-ı cevânî” başlıklı son fasla gelince Hoca Efendiler gülümseyerek: “Buradan aşağısının okutulması yasaktır.” dedikleri için talebe daha fazla dikkat ve her yasak şey gibi daha fazla lezzetle kendi kendilerine okurlardı.

      Zavallı Türk dili, dün denilecek kadar yakın zamanlara değin olduğu gibi, Türk paralarıyla Türk toprakları üstünde yapılan, Türk vakıflarıyla yaşayan medreselere hiç giremediği gibi rüştiyelerde de Arapça ve Acemce derecesinde bir itinaya mazhar olamazdı.

      Medreselerin müderrislerinden hiçbiri Farisi bilmediği gibi bunlar arasında: “Her kim okur Farisi, gider dinin yarısı.”2 diyerek dünyanın en güzel ve en ahenkli dillerinden biri aleyhinde bulunanlar da vardı.

      Herhangi bir dilden herhangi bir dinin zarar görmesi, sebebi anlaşılamaz ise de; aleyhtarlığın sebebi, bilinmeyen her şeye mahsus kör düşmanlıklardan başka ne olabilir?

      Bununla beraber bu müderrislerin çoğu, bildikleri Arapça ile de dört beş kelimeyi doğruca birleştirip söyleyemedikleri gibi, iki satırlık bir mektup da yazamazlardı.

      Liva tahrirat müdürleri, kaza tahrirat kâtipleri, vilayet gazetesinin resmî muhabirleri, vilayet matbaası gelirinin tahsil memurları olduklarından, gazete muhabirliği yükünden babamı kurtardığım gibi, muhtelif mevzuda makaleler de yazmaya başlamıştım.

      Selanik’in son valisi Şair Mehmet Nâzım Paşa merhum o senelerde Konya’da mektupçu ve matbaanın nazırı olduğundan, yazdığım şeyleri teşvik maksadıyla beğeniyor, vilayet gazetesine yazdırıyordu.

      İngiltere’de