Saffet Nezihi

Zavallı Necdet


Скачать книгу

tle>

      1

      Haydarpaşa İskelesi’ne on bir numaralı vapurdan iniyordum. Akşam, pek yaklaşmıştı. Hava kararıyordu. Güneş hemen hemen batmak üzere idi. Biraz sonra battı. Şimdi etraf, gözün görebildiği her yer, siyah bir örtüye bürünmeye başlamıştı.

      Kalabalık içinden kendimi kurtarıp da iskele üzerinden geçerken sevdiğim bir çehre gözüme ilişti. Kendi kendime, “Feridun Necdet” dedim. Sevgili Necdet’in kim bilir, hikâye edecek ne latif hatıraları vardır! Aldanmamışım. Kendimizi büyük iskele üzerine selametle attığımız zaman eski dostumun, sınıf arkadaşımın koluna girdim.

      “Nereye?” dedim.

      “Fener İstasyonu’na.”

      “İsabet, vagonda görüşürüz.”

***

      Biz kalabalık içinden, o sıkıntılı, dar yoldan kurtulmak için biraz hızlıca yürüyorduk. İskeleden uzaklaşıp da istasyon yoluna girdiğimiz zaman Necdet Feridun’un yüzüne baktım. Beş dakikalık sessizliği bana garip görünüyordu. Pekâlâ bilirdim, buna emin idim ki Necdet bu fırsatları kaçırmak istemez.

      O; kendi hissine, meyline, zevkine aşina olan eski bir arkadaşa tesadüf etsin, buluşsun da uzun hikâyelerini, âşıkane muzafferiyetlerini dinletmesin! Bu; kabil değildi.

      Mektep sıralarında bulunduğumuz zamandan beri şu biçarenin büyük bir meraka, tedavisi kabil olamayan bir hastalığa düçar olduğunu bilirdik. Bu merak; aşk hastalığı idi ve bu hastalık şundan ibaretti: Meşgul olduğu veya takip ettiği her kadını kendine âşık zannetmek.

      Necdet Feridun; çehresinin letafeti cihetiyle tabiatın lütfuna, büyük bir inayetine mazhar olmuş bahtiyarlardan idi. Sarı lepiska saçları, küçük, uçları kıvrık bıyıkları, mavi büyük gözleri ile erkek güzelleri arasında ayrıca bir mevki tutmuştu. Hele giyinmekteki zevkiselimi; kendisine şıklık cihetinden büyük bir kıymet, bir meziyet veriyordu. Servet cihetiyle de talihin lütfuna mazhar bulunuyordu.

      Mektepten çıktıktan sonra Necdet Feridun’u ara sıra görebiliyordum. Şişli’de oturdukları için kış mevsimleri bazen Lüksemburg Gazinosu’nun bilardo salonunda, Kongordiya Tiyatrosu’nun fuayesinde1 kendisine tesadüf ettiğim zaman beni şen ve neşeli selamlar, latifeler eder; hikâyelerini anlatmak için eline geçirebildiğine çok memnun görünürdü ve işte o zaman âşıkane muzafferiyetlerini sayar dururdu. Biz de uydurma hikâyeleri lezzetle, hazla dinlerdik. Oh! Âşıkane muvaffakiyetleri öyle bitmez tükenmez vakalar ortaya çıkarırdı ki… Necdet; bu sevda sahnelerinde büyük rolleri, fedakârlıkları kadınlara taksim ederdi. Bir muhabbet hikâyesini nakle başlar başlamaz biz evvelce tayin ederdik ki bu yeni aşk sahnesinde de ilk rolü alan Necdet değildir. Muhabbet, sevda alametleri ilk defa olarak kız cihetinden zuhur eder ve her fedakârlığı kız yapar. Velhasıl bütün o âşıkane vakalarda kahraman; hep kızlardır, kadınlardır. Kaç defa dinlemiştik: İsmini hatırlayamayacağım milyoner bir İngiliz Mis Üniyon Fransez balosunda Necdet Feridun’a tesadüf eder, prezante edilir. Mis kendisini sever; o derece şiddetli bir iptila ile sever ki o gece tekmil kadrilleri2 ona verir. Zarif bir ipekli mavi kurdele ile asılmış olan karnede3 Feridun Necdet namı beş altı yerde görünür. Bu hâl genç Misi, takip eden birtakım erkeklerin nazarıdikkatini celb eyler: “Bu derece teveccühe mazhar olan şu Türk kimdir?” sualleri her taraftan tekrar edilmeye başlar. Meraklılar başlarıyla, gözleriyle bu muzaffer aşığı birbirlerine gösterirler. Evet; şimdi pek iyi hatırlıyorum, Necdet Feridun bu Mis hikâyesinin orasına geldiği zaman muvaffakiyetten ve o muvaffakiyetin kendisinde, bütün ruhunda ve kalbinde hâsıl ettiği meserretten gülümserdi ve sonra çok memnun bir tavırla başını sallayarak:

      “Balodaki kibar zevat; Mis’in zevkiselim sahibi olduğunu tasdik ediyorlardı ya? Bu da başka bahis!” derdi.

      Kendisini sevmiş olan kadınlara hak verir, onları zevkiselim sahipleri arasına ithal ederdi ve nazarıdikkatlerini üzerine celbe muvaffak olamadığı kadınları bu kusurlarından dolayı hiçbir zaman affedemezdi. Fakat bundan dolayı meraka lüzum yok. Çünkü Necdet Feridun bu latif mahluklar içinde öyle hissiz, zevksiz birinin mevcut olacağına, mümkün değil, ihtimal veremezdi.

      Bu Mis hikâyesi pek uzundur. Bunu işite işite artık ezberlemiş gibiydik. Bu genç, latif, milyonlar sahibi Mis o akşam şampanya buharlarının dimağında şiddetli tesirler hasıl ettiği, gözlerine aşkın, sevdanın tatlı, pek tatlı mahmurluğunu verdiği bir dakikada… Asabi buhranın hükmünü icra eylediği bir saniyede… Yanakları ateşli bir pembelikle sevda alevleri püskürdüğü bir sırada başını göğsü üzerine koyarak Necdet Feridun’a aşkını ilan ettiği zaman…

      İşte hikâyenin tam bu can alacak noktasında Necdet Feridun’un ufak bir dudak bükmesi, manalı bir istiğna tavrı vardı ki bunu Monesolliler, Koklenler taklitten âcizdir.

      Sonra yine hikâyesine devam eder, söyler, söyler; nihayetsiz fedakârlıklar… Bitmez tükenmez âşıkane teklifler… Önüne, ayakları altına demet demet serpilen aşk, sevda, muhabbet gülleri, çiçekleri…

      O, bu çiçeklerin içinden bazen açılmaya yüz tutmuş beyaz bir zambak, bazen gonca hâlinden henüz çıkmamış pembe bir gül alır, birkaç defa koklar ve sonra bırakırdı. Çünkü bu pembe güller, bu beyaz zambaklar, renklerine, kokularına doyulamayan bu çok latif, sevimli çiçekler önüne, ayakları altına serpilmeye devam ederdi.

      Necdet Feridun’un bu hâline, ahlakındaki bu tuhaflığa biz bir nevi hastalık nazarıyla bakardık. Filhakika o da bir hastalıktı ya… Bir kere anlatmaya başladı mı, artık o Mis hikâyesi bitmezdi; çok defa vaki olmuştu, o uzun musahabeler bizi tiyatroya yetişmekten, vaktiyle yemek yemekten bile mahrum ederdi.

      Fakat o kadar garip hikâyeleri vardı ki… Kocasını terk ederek onunla beraber seyahat etmeyi teklif eden genç madamlar, nişanlısıyla bozuşup kendisine gönül bağlayan güzel matmazeller, onun için bozulmuş izdivaçlar, geri bırakılmış seyahatler, tertip olunmuş ziyafetler, suareler…

      Bu hikâyelerin her birinde birer kahraman mevcut; onlar da tabii; güzellikleriyle meşhur matmazeller, madamlar olacak. Nihayet ufak bir sebep, ehemmiyetsiz bir vaka, velhasıl bir hiç için Necdet Feridun onu terk ediverecek… İşte o uydurma hikâyeler böyle nihayet bulurdu. Sözüne nihayet vereceği zaman Necdet Feridun aşkının felsefesini ekseriya şu sözlerle hülasa ederdi:

      “Budala! Hayatımı kendisine hasredeceğimi zannediyordu. Kadınlar, hakikaten fikirsizdir.”

***

      Haydarpaşa İskelesi’nden çıkıp da Necdet Feridun’un koluna girerek istasyona doğru yürüdüğümüz zaman hatırımdan hep bu eski hikâyeler geçiyordu. Tahammül edemedim. Kendisine sordum:

      “Nasıl, yeni bir sevda macerası var mı?”

      “Evet, var, var amma bu pek dehşetli…”

      “Acayip, dehşet neresinde?”

      “Hele vagona girelim de, hikâyem bu sefer acıklı olmakla beraber uzun. Netice korkunç. Ah! Tasavvur edemezsin! Pek rahatsızım. Fikrim, vücudum, bütün mevcudiyetim rahatsız…”

      “Görüyorum, biraz bozulmuşsun! Nen var?”

      “Sinir illetine tutuldum… Hekimler ruhumun ıstırabını duyamıyorlar. O ince noktalardaki yaraları tedavi edemiyorlar.”

      “Adam sende… Merak edilecek bir şey değil…”

      “İşte bu bir söz ki bin birinci defa olarak senden de işitiyorum. Merak edilecek bir şey değil. Pekâlâ! Pekâlâ, amma niçin biçare insanlardan binlerce halk bu derde, bu eleme tutuluyor? Niçin buna sinir diyorlar? Demek ki bir şey var. Maddi, manevi bir şey var. Evet, var ki tedavisi müşkül, belki de kabil değil. Ah, anlatamıyorum, anlatamıyorum; kalbimin ince bir damarının koptuğunu, ruhumun bir elem, bir keder, bir hüzün perdesiyle örtüldüğünü nasıl bir lisanla anlatayım? Kime anlatayım?”

      Ben Necdet Feridun’u vagondan içeri iterken o muttasıl:

      “Anlatamıyorum ki, anlatamıyorum ki…” diyordu.

***

      Kadife sedirlerden birinin üzerine yan yana oturduk; birdenbire kalkarak pencereyi açtı:

      “Bilmezsin…” diyordu. “İçimde