Saffet Nezihi

Zavallı Necdet


Скачать книгу

edilecek bir hâl… Necdet, şu bizim layıkıyla tanıdığımız, çocukluğundan beri her hâlini ayrı ayrı, inceden inceye bildiğimiz geniş kalpli, taş yürekli Necdet; bu kadar zaaf göstersin! Hatta ağlasın! Vallahi hayrete şayan…

      “Anlıyorum…” diyordu. “Gözlerimin yaşarmakta olduğunu gördün, buna taaccüp ediyorsun değil mi? Ah azizim! O, senin bildiğin eski Necdet artık değişti. Şimdi ufacık bir sebep, ehemmiyetsiz bir vesile, bir hiç beni ağlatıyor. Buna da sinir zaafı diyorlar. Evet; ne diyordum, o gün kalbimi tatmin edecek izahat alamadım. Fakat sonraları valide ile hemşireden münasebet düştükçe bazı malumat ediniyordum. Babası servet sahibi bir zat imiş. Bunların bir erkek, bir de kız evladı olmuş. Erkek Viyana Sefarethanesi’nde memur bulunuyormuş. Baba ile ana bütün muhabbetlerini, şefkatlerini kızlarına hasretmişler. Sarı lepiska saçlı, mavi gözlü, kamelya rengini andırır pembe beyaz, zarif bir renge malik bir melek imiş. Fakat o, yalnız hayalimde şekil verebildiğim bir melek idi. Gülme! Evet, yalnız hayalimde… Hakikatte çehresini bir kere olsun görmemiştim.”

      Biraz durdu… Geniş bir nefes almak istiyordu, güya bir şey, bir hafakan boğazını, hançeresini tazyik ediyordu. Yavaş yavaş sözüne devam etti:

      “Evet; sonraları birçok izahat aldım. Fakat bunlar bana istediğim şeyleri öğretemiyordu. Ben onun hâllerini, ruhunun hislerini anlamak istiyordum. O, kabil olmadı.

      Gezmeye ara sıra, pek az çıkardı. O da pek kapalı bir surette… Sık, siyah bir peçe o latif çehreyi gözlerimden daima gizlerdi. Fenerde tesadüf etsem hiç tanımadığı bir yabancı hakkında reva görülecek bir kayıtsızlığa maruz kalırdım. O zaman âdeta sıkılırdım. Mamafih beni tanımaması kabil değildi. Köşke girip çıkarken görmemek, gözüne ilişmemek nasıl mümkün olabilirdi? Hususuyla birkaç gün köşklerinin karşısında, bahçedeki kiraz ağacının altında kanepeye uzanmış, güya kitap okuyormuşum gibi bir vaziyet almıştım. O, bu sıralarda yine piyanosunun başına geçerdi ve sinirlerindeki buhranın şiddetini; fildişi taşların üzerine kondurduğu darbelerin çıkardığı latif ahenk ile defetmeye çalışırdı.

      Hemşire hikâye ediyordu. Bir gün pembe köşkte bulunuyormuş. O esnada ben de bizim köşke girmek üzere ince yoldan yürüyormuşum. ‘İşte bizim birader.’ demiş. O, gözlerini benim bulunduğum tarafa çevirmeye bile lüzum görmeyerek: ‘Evet. Ağabeyime benziyor.’ demiş.

      Oh! Bu sözden o kadar çok mana çıkarmıştım ki… İyice hatırlıyorum, hemşirenin bunu hikâye ettiği akşam; gece yarısını geçmişti, ben uyuyamamıştım. Muttasıl düşündüm, sabaha kadar düşünmüştüm: Bundan ne anlaşılır? Hemşirem ona: ‘İşte bizim birader.’ dediği zaman o, başını bile çevirmeye lüzum görmeden: ‘Evet! Ağabeyime benziyor.’ diyor. Demek oluyor ki beni birçok defa görmüş, tetkik etmiş ve kim bilir; belki benimle meşgul olmuş da… Olmuş amma ne hüküm vermiş, ne neticeye varmış? Bunu keşfetmek kabil değildi, kendi kendime düşünüyordum:

      “Bu derece zarif, bu kadar nazik, terbiyeli bir kızın benim gibi bir genci beğenmemesi kabil değildir. O hâlde beni gördükçe, sokakta, Fener’de tesadüf ettiği zamanlarda hiç tanımıyormuş gibi soğuk, kayıtsız durması, peçesini bile kaldırmayarak o güzel yüzünü şöyle uzaktan görmeme olsun müsaade etmemesi neden?”

      Böyle de düşünürken yine kendi kendime; ‘Kadınlık gururunu kırmamak, erkeklere karşı zaaf eseri göstererek mağlup olduğunu anlatmamak için…’ kararını veriyordum. Bu hâl tam bir ay devam etti. Bu müddet içinde artık İstanbul’a pek az iniyordum. Her günkü işimi güya kararlaştırmış gibiydim. Sabahları yataktan kalkar kalkmaz pencerenin önüne oturuyor, ihtiyarım elimde olmayarak gözlerimi pembe köşkün sarmaşıklı odasına dikerek orada bir şey, bir gölge, bir hayal arıyordum ve bu hâl akşama kadar devam ediyordu. Akşam olup da hava karardı mı piyano başlıyordu. Ne nağmeler, ne feryatlar, ne şikâyetler, ne kahkahalardı ya Rabbi! Bazen bir talihsizin inlemelerine benzeyen sedalar, bazen çılgın, oynak, kahkahaya benzeyen bir hava ortalığa yayılıyordu.

      Bazen piyanonun sedası alçalıyor, o kadar alçalıyordu ki ben o ince nağmeleri artık işitemez oluyordum. Bazen parmakların darbeleri şiddetleniyor, muhitte fırtınalar, gök gürlemelerine benzeyen gürültüler vücuda geliyordu.

      Bir gece… Ah, o geceyi hatırlamak bile kalbimi helecana getiriyor; Şöope’nin, o meşhur musiki üstadının Marş füneberini4 çalmaya başlamıştı. Azizim! Yemin ederim sana, o gece bu hava, bu hazin hava beni harap etti, bitirdi. Of, daha şiddetli bir kelime bulmak lazım. Beni öldürdü. İnan bana! O hazin hava, o ölüm nağmeleri; aşkımın felaketini daha önce bana ilham etti. Son nefesini veren talihsiz bir gencin lisanından dökülüyormuş gibi zannettiğim o feryattan bugünkü akıbetimi hissettim. Genç kız bu havayı, bu ölüm havasını her gece çalıyordu ve ben aşkımın felaketini, bugünkü akıbetini haber veren o feryadın, o iniltinin düşmanı olmuştum. Bulsaydım, o havanın olduğu notayı elime geçirebilseydim öyle bir intikam zevkiyle yırtacaktım, aşkımın felaketiyle istihza eden, âdeta yüzüme karşı sırıtan o ölüm havasını öyle bir parçalayacaktım ki…”

      Necdet o sırada ihtiyarını kaybetmişti. Sesi yavaş yavaş yükseliyor, yumruklarını sıkarak meçhul bir semte doğru dehşetle sallıyordu.

      Karşımızda oturan, rahat, tatlı bir uykuya dalan o şişman zat; muhaverenin gittikçe gürültülü bir hâl almasından uyanarak rahatsız olduğunu gösterir bir vaziyetle ayağa kalktı. Vagonun diğer bir kısmına gitti.

      “Azizim Necdet…” diyordum. “Bu kadar müteessir olmaya lüzum yok. Hikâyenin buraya kadar olan kısmında ben fevkalade bir hâl göremiyorum.”

      “Netice, ah netice çok korkunç… Hayır, neticede değil… Çünkü ıstırap bitmiyor, devam ediyor. Sergüzeştimin sonraları çok acıdır, çok yürek yakıcıdır. O derece ki beni canımdan usandırıyor. Nasıl tarif edeyim bilmem? Bir emel noktası var. Oraya gidebilmek muhal, imkânsız… Oradan uzaklaşmak kabil. Fakat uzaklaşamıyorum, uzaklaşamıyorum. Bir kuvvet, mukavemet edemediğim bir kuvvet beni o tarafa çekiyor, sürüklüyor.

      İşte yine o kuvvet; ciğerlerimden kopan kan pıhtılarını ona göstermemek, onun nazarlarından ebediyen saklamak için güle güle yutuyorum.”

      “İfrata kapılıyorsun.” diyordum. “Daima hayaline tabi oluyorsun! Geçen vakaları kendilerine mahsus muhit dairesinde muhakeme edemeyecek misin?”

      Bunun üzerine elini sıkarak zorla gülmek istedim. Fakat bu mevsimsiz, hiç yerinde olmayan yalancı gülüşün yüzüme, dudaklarıma hiç yaraşmadığını, yaraşmayacağını biliyordum. Artık anlamıştım ki bu sergüzeştte, bu sevda macerasında çok ciddi, çok elemli, çok acı cihetler vardır.

      Tren birdenbire durdu. Kondüktör:

      “Feneryolu!” diye bağırdı.

      Necdet:

      “Gelmişiz.” dedi ve başını pencereden çıkararak sözüne devam etti: “Görüyor musun? Şu Fener’e ayrılan yolda, ağaçlar arasındaki beyaz köşkü görüyor musun? İşte orada oturuyoruz. Pembe köşkün bir tarafı da azıcık görünüyor. Beş altı gün İstanbul’a inmeye niyetim yok. Vaktin müsaade ederse gel, sergüzeştimi sana orada, geçtiği yerde anlatmaya çalışırım.”

***

      Necdet Feridun tam zamanında inmişti. Vagondan çıkar çıkmaz boru sedası, düdük feryadı işitildi. Tren yavaş yavaş hareket ederken ben, istasyon yolunu dönmüş, düşüne düşüne Feneryolu’na giden Necdet Feridun’u başımla, ellerimle selamlıyordum. Fakat o dalgın, hiçbir şey göremiyor, kendisinin bütün elemlerine iştirak eden bir arkadaşın selamlarından habersiz; kendi düşüncesiyle meşgul, yürüyordu.

      Ertesi