idi. Şu satırları okudum:
“… Şimdiye kadar bekledim, gelmedin! Buna ne mana vereyim? Yoksa ıstırabımdan korktun mu? Bu akşam seni köşkte bekliyorum. Yarın Midilli’ye doğru seyahat için hareket etmek arzusundayım. Mutlak beklerim!”
Filhakika Necdet’i on beş günden beri aramamam münasebetsiz oldu. O gün akşamüzeri köprüden bindiğim vapur hareket ettiği zaman Necdet Feridun’un Midilli’ye seyahatinin sebeplerini zihnimde araştırıyordum. Belki merakını defetmek için bir seyahate lüzum gösterilmiştir.
Tren Feneryolu İstasyonu’nda durduğu zaman Necdet’i orada ayakta gördüm. Beni bekliyordu:
“Gelmemiş olsaydın darılacaktım.” diyordu. “Seni yolundan çevirmek için işte burada bekliyordum. Fakat ona hacet bırakmadın!”
Ellerimi samimiyetle sıktıktan sonra sözüne devam etti:
“Birdenbire böyle bir seyahat icrasına kalkışmama bilmem ne mana verdin?”
“Buna verdiğim mana gayet sade… Küçük bir kapris, senin de benim de bildiğimiz sinir…”
“Evet, evet sinir, pek doğru bulmuşsun!”
Necdet acı acı güldü:
“Sergüzeştimi sana tamamıyla hikâye etmeden buradan gitmeyi arzu etmedim.”
“Teşekkür ederim!” diyordum.
“Fener Bahçesi buraya yakındır. Yavaş yavaş oraya kadar gidebiliriz. Bilmem yoksa yorgun musun?”
“Hayır… Fener’de güneşin batışını da seyretmiş oluruz.”
Kol kola girdik. Demir yolunu takip ettik. Yavaş yavaş yürüdük. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet, uşağa bazı şeyler söyledi. Ben ağır adımlarla ilerliyordum. Biraz sonra bana yetişti. Yine beraberce yürümeye başladık. Diyordu ki:
“Seyahatim münasebetiyle İbrahim Şemsi ile bizim enişte bey yemekte bulunacaklar. Arzu ettiğimiz gibi konuşamayız. Fener’de; güneş batarken muhite yaydığı o garip mahzunluk içinde sergüzeştimi anlatmak ve bitirmek istiyorum. Eğer o sergüzeşt bununla bitecekse… Heyhat, hiç zannetmem.”
Fener Bahçesi’ne gidinceye kadar öteden beriden konuştuk. On dakika sonra Fener Bahçesi’nde bulunuyorduk, deniz kenarına yakın bir yerde asırlık ağaçlardan birinin altına koydurttuğumuz sandalyelere oturduk. Biz orada mevcut olan sair zevk sahiplerinden uzakta bulunuyorduk. Zaten çarşamba olduğu için Fener mesiresi biraz tenha idi. Güneş batıyordu. Manzara çok latif idi. Gözümüzün önünde açılan bu “gurup levhası” seyrine doyulamayacak derecede güzeldi. Pek güzeldi. Marmara’nın uzak, pek uzak bir ufku üzerinden gizlenen güneş, akşamın şu garipliği, şurada, önümüzde çakıl taşlarına çarparken âşıkane bir ahenk vücuda getiren hafif dalgalar, kanat çarparak yuvalarına çekilen kuşlar, her şey, her şey bizi anlaşılamaz, anlatılamaz bir hüzün, bir mahzunluk içinde bırakmıştı. Bu manzarayı öyle bir müddet seyrettik. Necdet Feridun diyordu ki:
“Şu gurup levhalarını seyrederken kaç defa ağladım bilir misin? Bunların bana nasıl tesir ettiğini tasavvur edemezsin. Sevda felaketi insana başka bir hâl, bir gariplik… Nasıl anlatayım; herkeste olmayan bir hâl veriyor. Kimsenin göremediği en küçük, en nazik şeyleri gösteriyor. Kalbi pek ince hislere alıştırıyor… Sergüzeştimin neresinde kalmıştım? Evet; hatırlıyorum. Odamda düştüm, bayıldım. Hekim hazımsızlık, sinir zaafı diyordu. Birtakım beyhude ilaçlarla beni tedaviye kalktılar. Ben bunların bir fayda veremeyeceğini anlıyordum. Bizmutlu, potaslı bromürler bana ne şifa verebilirlerdi?
Fakat validenin ısrarına karşı duramazdım. O ilaçları, o mide bozan ilaçları istemeyerek kullandım, midem de bozuldu.
Pazartesi nikâhın akdi kararlaştırılmıştı. Malum ya, her iki nikâh da bir arada icra edilecek. Valide cumartesi günü benden soruyordu:
“Rahatsızlığın uzadı oğlum.” diyordu. “Nikâhı yoksa birkaç gün sonraya mı bıraksak?”
“Buna hacet yok.” dedim. “Nikâhın birkaç gün sonraya atılması münasebetsiz olur. Ben de o gün cemiyette hazır bulunurum. Bizim tarafımızdan geri bırakılması bazı dedikodulara meydan verebilir.”
Nihayet o gün geldi. O gün ki emellerim büsbütün altüst oluyordu. Bütün ümitlerim kesiliyor, Meliha ile aramızda yüksek bir set, aşılması muhal bir duvar hasıl oluyordu. İşte o gün; vücudumda kalmış olan kuvveti topladım. En beğendiğim redingotumu giydim. Nikâh cemiyetinde resmî surette hazır bulunacaktım. İyice hatırlıyorum. O gün aklımı nasıl kaybetmediğime hâlâ hayretteyim. Bütün benliğim bir keder, bir endişe bulutuyla örtülmüştü. En şiddetli dalgınlıklarda herkesin başına geldiği gibi hiçbir şeyi açık, olduğu gibi göremiyordum. Bütün mevcudat bana müphem, dumanlı, sisli, bulutlu görünüyordu.
Nikâhlar perşembe günü köşkte kıyılacaktı. Öyle kararlaştırılmış.
Her iki köşkte fevkalade bir faaliyet var. Herkes çalışıyor, koşuyor.
Ben ruhtan ayrılmış bir ceset, bir ölü gibiyim. Elektrik kuvvetiyle hareket eden kuklalardan farkım yok. Bir şey anlamayarak bir şey duymayarak geziyorum, dolaşıyorum. Nihayet nikâh kıyılma zamanı yaklaştı. Ferid Saffet Bey, Meliha’nın biraderi yanıma geldi:
“Bizi diğer bir şerefle sevindirir misiniz?” diyordu. “İbrahim Şemsi Bey biraderiniz sizin şahit sıfatıyla nikâhta bulunmanızı arzu ediyor ve bilhassa bunu rica ediyor. Biz de o ricaya iştirak ederiz.”
Ne garip talih! Görüyor musun; takdir ediyor musun azizim? Kendi felaketime şahit olacağım. Emellerimin yıkılmasına, saadetimin tarumar olmasına kendi elimle hizmet edeceğim. O dakikada sinir buhranından hasıl olan bir heyecan, yüzüme yalancı bir tebessüm getirdi. Gülüyordum. Fakat ne acı gülüş değil mi?
“Pekâlâ.” dedim. “Emrinize itaat ederim. Benim için bu…”
Cümleyi bir türlü bitiremiyordum. Dilime bir tutkunluk, şiddetli bir tutkunluk gelmişti ve bu; söz söylememe mâni oluyordu.
Ferid Saffet:
“Evet, evet…” diyordu. “Şereftir. O malum…”
Harem dairesiyle selamlık arasında bir koridora gittik; ben kapının sağ tarafında durdum.
Vekil efendi; beyaz sakallı, muhterem bir ihtiyar… Bu gibi işlere alışkın olduğunu gösterir bir tavırla muameleyi ifa etti. Ben bunlara dikkat bile etmiyordum. Nihayet:
“Bu beyler şahit olsunlar mı?” sualini sordu.
O dakikada sandım ki gözlerim dışarı fırlayacak. İşte bu son kelime, son cevap hayatımı zehirleyecekti. Bütün ümitlerimi, bütün emellerimi kökünden yıkacak, bütün arzularımı ta esasından kıracak, bitirecek, harap edecekti. O dakikada bağırmak istedim:
“Meliha! Hâlimi anlamıyor musun? Seni çıldırasıya sevdiğimi, hayatın bana sensiz bir azap olacağını bilmiyor musun?” diyecektim. Boğazımın damarları yine çekildi. Gözlerim yine dumanlandı, yine sislendi. Vücudumdan sanki kuvvetli bir elektrik cereyanı geçti. Şiddetle, dehşetle sarsıldım. O sarsıntıya dayanabilmek, o sarsıntının tesiriyle yere düşmemek için açık bulunan kapının bir tarafına ellerimle tutundum, içeriden bir ses, bir cevap işitilmiyordu.
“Beyler şahit olsunlar mı?” suali tekrarlandı. Yine cevap yok… O bir saniye içinde ne hülyalar kuruyordum. Üçüncü defa olarak yine aynı sual tekrar edildiği zaman; vekil efendinin münasebetsizliğine artık canım sıkılmaya başladı. Bir zavallı kızı bu derece tazyik etmek muvafık mıydı? O bir saniyelik fasıla, o bir saniyelik duruş bende, bilmem ne tesir hasıl etti? İdama mahkûm olanların