Saffet Nezihi

Zavallı Necdet


Скачать книгу

damarlarını kuruttu. Şimdi orada kadın aşkı yerine kezzap akıyor. Oh! Akan bu acı madde ruhumu yakıyor, ciğerlerimi yakıyor, bütün benliğimi yakıyor. Ben buna müstahak idim azizim! Meyus bıraktığım bu kadar kadın kalbinin feryadı, bu kadar kadının gözyaşı sanki. Ah evet, sanki…”

      Bundan ziyade söylemeye muvaffak olamadı. Elleri teessüründen titriyordu. Anladım. Bu defa pek ciddi bir hikâye dinlemekte olduğumu takdir ettim, kendisine dedim ki:

      “Yoksa geçen âşıkane muvaffakiyetlerinden dolayı meyus musun?”

      “Meyus, mahzun… Hâlimi anlatabilmek için bu kelimeler kifayet etmez. Bunlarla ruhumun elemleri, ıstırapları anlatılamaz. Evet mümkün değil anlatılamaz. Azizim! Bu başka bir hâl, garip bir sergüzeşt, pek az tesadüf edilir bir felaket…”

      Necdet Feridun biraz durdu; bir şey düşünüyordu.

      Zayıf parmaklarıyla saçlarını karıştırdı. Zannederim, hikâyesine neresinden başlamasının münasip olacağını düşünüyordu. Ben de taaccüp ediyordum. Hikâye uydurmakta mahir, ehemmiyetsiz âşıkane bir vakayı büyüten, velvelelere boğan bu tecrübe sahibi arkadaşın; hakiki bir sevda macerasını nakletmekte bu kadar güçlük çekmesi beni hayretler içinde bırakıyordu. Bu hâl bana şu hakikati anlatıyordu: Bu defa dil söylemiyor, kalp söylüyordu.

      Beş-on saniyelik bir sessizlikten, derin bir sessizlikten sonra hikâyesinin neresinden başlaması gerekeceğini tayin etmiş olmalı ki gözlerinde bir parlaklık eseri görür gibi oldum. Karşımızda bir şişman zat oturuyordu. Büyük karnı vücudundan yarım metre ileriye fırlamıştı. Dizlerimize dokunmamak için kendimizi biraz köşeye çektik. Koşmuş, yorulmuş olmalı ki geniş geniş nefesler aldığı sırada yeleğinin cebinden çıkardığı büyücek bir altın kutudan bir iki tutam enfiye çekti. Birkaç kere zevkle, lezzetle hapşırdı. Bu gamsız, kasavetsiz, hissiz; evet, evet, hissiz zat; karşısında kimse bulunmuyormuş gibi lakayıt duruyordu, o büyük vücudunu, o koca karnını güzelce yerleştirecek –velev ki iki şahsın rahatsızlığını mucip olsun–, istirahat edecek yer arıyordu.

      Necdet Feridun’un o muvakkat sükûtundan istifade ederek bu zatı dikkat nazarımdan geçirmekte olduğum sırada Necdet yüzüme baktı. Acı bir tebessüm arasında bana güya şunu anlatmak istiyordu:

      “Beyinsiz, hissiz olmaya da talih mi diyeceğiz? Bunun şu lakayıt hâlini görüyor musun? Ben de şu hâli bulmak için dünyada her şeyi terk ederim…”

      Necdet biraz bana eğildi. Yavaş konuşmaya mecbur idik. Çünkü o şişman efendi rahatça derin bir uykuya dalmıştı.

      O, hikâyesine başladı:

      “Geçen sene nisanın iptidasında idi. Hemşire fakrüddemden, sinirden rahatsız bulunuyordu. Hekimler Kızıltoprak, Fener semtlerini tavsiye ettiler; münasip bir köşk aradık, bulduk. Nisan haftasında idi. Fenere naklettik. Ben bu taraflardan pek hoşlanmazdım. Her gün kaleme gitmeye mecburiyet var. O hâlde bana yalnız bir cuma kalıyordu; bir gün nasıl olsa geçer. Hemşirenin rahatsızlığı için buna muvafakat eylemek gerekti. Köşke naklimizden sonra iki hafta geçtiği hâlde ehemmiyete değer hiçbir vaka zuhur etmedi. Ev halkı; köşkün tanzimiyle meşgul. Ben her nedense her ciheti, her şeyi kuru olan bu köyden bir zevk, bir lezzet duymam. Onun için vakit geçirmek emeliyle her gün erkence İstanbul’a iniyordum. Kaleme biraz uğradıktan sonra kâh bir iskarpin ısmarlamak için Birğüi’ye, bazen yazlık bir kostüm siparişi için Boter’e uğrar, vakit geçirirdim, Tam iki hafta sonra bir perşembe günü istasyona gitmek için köşkten çıktığım sırada yanımızdaki pembe köşkün önünde eşya yüklü iki üç öküz arabasının durmakta olduğunu gördüm, kendi kendime; ‘Yeni komşular. Kim bilir nasıl muacciz adamlardır.’ dedim.

      Akşam köşke döndüğüm zaman bu yeni komşularımızın kim olduğunu tahkik etmek hatırıma bile gelmedi. Kendilerine ne kadar ehemmiyet vermiş olduğumu artık anlıyorsun ya?

      İki gün sonra bizim köşkün kapısından içeri girerken valide ile hemşirenin yanımızdaki pembe köşkten çıkmakta oldukları gözüme ilişti. O sırada onları kapıya kadar teşyi eden bir iki kadın çehresi kıvrılmış saçlarıyla bir hayal gibi gözümün önünden geçti, birkaç dakika sonra valide ile hemşire geldi, gülerek:

      “Yeni komşulardan mı?” diyordum.

      “Bilsen Necdet, bir kızları var ki, melek!”

      “Bundan bana ne anneciğim?”

      “Hele piyanosu olmaz şey, şimdiye kadar bu derece güzel piyano işitmemiştim. Ya annesi, hele kendisi o kadar nazik ki… Fakat bilmem bunları ne için söylüyorum; doğru, hakkın var. Sen yaşadığın müddetçe bekâr kalacaksın değil mi oğlum?”

      “Canım şimdi bunlara ne lüzum var? Şu aralık evlenmeye niyetim yoksa ebediyen…”

      Valide ile hemşire kahkahalarla gülmeye başladılar. O akşam pembe köşkün güzeli hatırımdan bile çıkmıştı, ertesi günü pazardı. İstanbul’a inmeye üşendim. Bugün de bir müddet gazetelerle, kitaplarla vakit geçiririm, akşamüzeri de Fener’e giderim dedim Maupassant’ın Bel-Ami namındaki kitabını okuyordum. Birdenbire kapı açılarak hemşire içeri girdi:

      “Ağabey! İşitiyor musun?” diyordu. “Meliha Hanım’ın piyanosunu işitiyor musun?”

      “Meliha Hanım kim oluyor?”

      “Canım şu pembe köşkte oturanların kızı.”

      “Şimdi meşgulüm. Gevezelik etmeye vaktim yok.” diye cevap verdim.

      Hemşire meyus olarak odadan çekildi. Yalnız kaldığım zaman – bilmem nasıl oldu, anlayamadığım bir hissin sevkiyle– pencerenin panjurlarını açtım; piyano dinlemeye başladım. Aman Yarabbi! Ne işitiyordum; Mozart’ın bir valsı o derece sanatla, o kadar bir maharetle çalınıyordu ki kendi kulaklarıma âdeta inanamayacağım geliyordu.

      İnce musiki sanatının bizim kadınlarda bu derece ilerleyişini ben, mümkün değil, tasavvur edemezdim. Tatlı bir hayal içinde dinledim. Kendimden geçerek dinledim. Bütün hüviyetimi o nağmelere vererek dinledim.

      Piyano çalınması ne kadar devam etti bilmem. Ben pencerenin önünde kollarımı panjurun kenarına dayamış düşünürken evet, bu ahengi, ruhu, kalbi, bütün bir insan benliğini okşayan, gıcıklayan musiki nağmelerini vücuda getiren ince, zarif parmakları, o parmakların birleşmesiyle teşekkül eden beyaz tombul elleri gözlerimin önüne getirerek hayaller arasında yuvarlanıp dururken bir ses:

      “Buyurunuz beyefendi yemeğe!” dedi.

      Bu kadar zaman nasıl geçmişti bilemem. Yemekte pek şen bulundum. Dünkü ziyaret bahsi tekrar açılır ümidiyle sözü o cihete götürüyordum. Kadınlara gevezelik ettirmek için o kadar yollar bulduğum hâlde sözü kabil değil arzu ettiğim yola götüremedim.

      Yemekten sonra odamdaki koltuğa tekrar uzandığım zaman şu suretle muhakeme ediyordum: Önümüzde bütün bir yaz var. Meşgul olacak ciddi bir işim yok. Bir sevda hikâyesi vücuda getirecek minimini bir melek şurada, yüz adım ötede bulunuyor. Letafet ve zarafetini dün annem methediyordu. Oh! Eminim. O, olur olmaz güzellere melek namını vermez. Ne diyordu, melek gibi bir kız… Hele nezaketine ve terbiyesine, musikideki maharetini de ilave ederseniz… Fransızcası mutlak mükemmeldir. Düşününüz! Mozart’ın bir valsını o kadar mükemmel çalan bir kız… Ona şüphe yok. Mutlak fevkalade bir talim ve terbiye görmüştür. Musikiye bu derece merakı, bu kadar iptilası olan kadınların kalpleri ekseriya biraz ince olur, onların kalplerini anlamak daha kolaydır.

      Ben bu muhakememi hayal kuvvetiyle pek ileriye götürüyordum. O kadar ileriye ki annemin melek gibi kız tabir ettiği şu komşu küçük hanımı kendime âdeta aşık olmuş zannetmeye başlamıştım.

      Necdet