Saffet Nezihi

Zavallı Necdet


Скачать книгу

olduğum koltukta aşkımın felaketini düşünürken… Evet; aşkımın felaketi! Artık emin olmuştum. Ben âşıktım. Aşkın en şiddetli hasretleriyle, çarpıntılarıyla, heyecanlarıyla âşık idim. Fakat ümitsiz bir sevda! Neden? Sebebini tayin edemiyorum. Lakin bir şey, bir ses, sanki nereden geldiği bilinmeyen gizli bir ses bana diyordu:

      “Sen talihsizsin!”

      O aralık valide içeri girmiş; benim öyle düşüncelere dalmış olduğumu mahzun mahzun seyrediyormuş; yavaşça bana dedi ki:

      “Ne düşünüyorsun Necdet? Yavrum! Validen seninle müzakere etmeye gelmişti.”

      “Müzakere mi?” cevabını verdim. Hatırıma o sırada neler gelmişti. Mesela Meliha’nın validesiyle bizim valide arasında kararlaştırılmış bir izdivaç… Bana kabul için ihtarda bulunulacak, ben biraz nazlanacağım. Sonra ısrar edecekler. Ben de kabul etmiş bulunacağım. İşte o zaman karanlık bulutlar altında kalmış olan saadet ufkumda yeni güneşler doğacak, bahtiyarlık yüz gösterecek.

      Şu düşüncelerin verdiği neşe ile.

      “Emrinizi bekliyorum!” cevabını verdim.

      “Oğlum; sen evlenmenin öteden beri aleyhindesin, bilirsin ki ben validelik vazifesini ifa için seni evlendirmeyi ne kadar istedim, razı olmadın! Serbest, kayıtsız yaşamayı arzu ediyorsun. Pekâlâ. Buna bir şey denilmez. Fakat şu hâlde o hakla, o sırayı diğerlerine terk eylemelidir. Mesela hemşiren…”

      Sözünü keserek hemen dedim ki:

      “Bu mukaddimeye ne lüzum var anneciğim? Hemşiremin münasip bir talibi çıkmış ise müzakereye ne hacet? Siz saadetimizi tabii temine çalışırsınız. Benim evlenmemem buna mâni değil, bir erkek için evlenmek her zaman kabildir. Fakat kızlar… Öyle değil mi anne? Hemşire artık yirmi yaşını geçiyor. İzdivaç çağı gelmiştir. Fakat isteyen kim? Onu hâlâ anlayamadım.”

      “Meliha Hanım’ın büyük biraderi Ferid Saffet Bey… Viyana’dan geleli beş altı gün olmuş. Bugün istediler. Ben kararımı seninle müzakerem neticesine bıraktım. Demek ki sen de münasip görüyorsun.”

      “Ferid Saffet Bey’i yakından tanımam, biraz aşinalık var ama hakkında isabetli bir rey verebilecek derecede hususi hâllerini bilmiyorum, fakat siz tabii tahkik etmişsinizdir. O cihet başka… Ancak bu izdivaca benim mevkiim mâni olamaz.”

      Sözü daha ziyade uzatmaya bende kuvvet, kudret kalmamıştı. Korkuyordum ki ihtiyarımı kaybederek sesim çıktığı kadar: “Beni verem etmek mi istiyorsunuz? Hâlimi görmüyor musunuz? O kibirli, o azametli kızı sevmekte olduğumu, ölerek, çıldırarak sevdiğimi hissetmiyor musunuz? Yoksa yaramaz çocuklar gibi, bana falanı alın, yoksa kendimi öldürürüm, diye feryat etmemi mi bekliyorsunuz?” diyecektim.

      Istıraptan, teessürden titremekte olan ellerimle panjuru açtım. Piyano sesi geliyordu. Yine o elemli musiki, yine o ölüm havası, sinirleri buhrana, kalbi heyecana getiren hazin nağmeler, mezardan aksedercesine kederli iniltiler…”

***

      Ertesi gün kendimi biraz daha rahatsız buluyordum. Vücudumda dehşetli yorgunluğa benzer bir hâl, bir kararsızlık, tuhaf bir kesiklik vardı.

      İki gün sonra valide bana şu haberi getirdi:

      “Söz verdik.” dedi. “Pazartesi günü nikâh; daha altı gün var, vücutça iyisin değil mi? Oğlum! Evimizin erkeği sensin! Bu nikâhta bulunacaksın ya iki gözüm?”

      “Tabii bulunurum.” cevabını istemeyerek verdim.

      Hemşireyi biraz sıkmak istiyordum. Yanıma geldiği zaman birdenbire:

      “Sizin baldız hanım ne kadar da keyifli piyano çalıyorlardı.” dedim.

      Zavallı hemşire mahcubiyetinden kendisini dışarı attı.

      O gün elbisemi giydim. Biraz gezmeye çıkmak istiyordum. Bir arabaya binerek Fener’deki Sebastiyano Oteli’ne gittim. Oradaki ağaçlık benim pek hoşuma gider. Çam ağaçlarının altına doğru ilerliyordum.

      “Necdet Bey! Teşrif buyurur musunuz?” diye bir ses işittim. Başımı çevirdim. Ferid Saffet Bey… Selamlaştık. O, rahatsızlığımı işittiğinden, gelip beni tasdi edeceğinden filandan bahsederken ben yine ümitlerim üzerine hayal kâşaneleri kurmakla meşguldüm.

      Beni Ferid Saffet Bey’in huzuru da sıkmaya başlamıştı. Bundan böyle sık sık mülakatlar vadederek yanından kalktım. Diğer bir tarafa gittim.

      Köşke geldiğim zaman kararımı vermiştim. Valideye işi anlatacağım. Her iki valide arasında konuşulduktan sonra muvafakat… Ah evet; Meliha da razı olursa resmen isteyeceğim. Fakat işi valideye nasıl açmalı? Ne demeli? Kızın zem etmedik hiçbir cihetini bırakmamıştım. Şimdi ne diyecektim? Burası beni çok düşündürüyordu.

      İki gün de böyle düşünce ile geçti. Perşembe günü sabahleyin hizmetçi kız ufak bir zarf getirdi:

      “Pembe köşkün uşağı…” dedi. Sözünün alt tarafını söylemeye vakit bırakmadım:

      “Pekâlâ, anladım.” dedim. Elinden zarfı kaptım.

      O zarif zarfın içinde bir kartvizit çıktı. İptida Fransızca “Ferid Saffet” kelimeleri gözüme ilişti. “Oh! Oh bizim enişte beyden.” diyordum. Kartın arkasında şu kelimeler yazılı idi: “Tasdi ettim, af buyurunuz! Peder sizinle mühim bir meselenin müzakeresi için mülakat temenni ediyor. Vaktiniz müsait ise bendehaneyi lütfen teşrif buyurunuz.”

      Nezaket icabı gitmek gerekti. Gittim. Pembe köşke doğru ilerlemeye başladım. Ferid Saffet Bey beni selamlık kapısında karşıladı. Pederinin huzuruna çıktık. Zaten arada bir aşinalık vardı. Bana fevkalade iltifat buyurdular. Nihayet biraz mahcup bir tavırla dediler ki:

      “Beyefendi oğlumuz; bundan sonra her iki aile bir vücut sayılabilir. Binaenaleyh bizim sırlarımız artık birbirimize gizli kalamaz. Sizi zaten pek sever, takdir ederdim. Ahlakınızdaki temizliği de işiterek iftihar eylerdim.”

      Of, bu mukaddimeler ne kadar uzayıp gidiyordu! Kalbim de ne kadar şiddetle çarpmaya başlamıştı! Söylenecek bir sözü, dili altında dolaşıp duran bir cümlesi var, onu bir türlü söyleyemiyor.

      Biraz tereddütle sözünde devam ederek dedi ki:

      “Evet; gıyabınızda hüsnühâlinizi işitmekle iftihar ederdim. Şimdi aramızda hasıl olan akrabalık şerefi o iftiharı bir kat daha arttıracaktır. Buna şüphe yok.”

      Kulaklarıma inanamayacağım geliyordu. Akrabalık! Aman Yarabbi; ne işitiyordum; akrabalık… Ben kendimden bahsedildiğine katiyen emindim. Ah, bu söz, bu akrabalık sözü kalbimi ne tatlı bir neşe içinde bırakmıştı. Ben artık dikkatle sözün nihayetini bekliyordum. O muhterem zat; zapt edemediğim bahtiyarlık eserlerini bir kere layıkıyla süzdükten sonra sözüne devam etti:

      “İbrahim Şemsi Bey’i tanır mısınız?”

      Böyle bir suale hedef olacağımı ümit etmiyordum. Alıklaşmışım. Tereddüdümü defetmek için izah etti:

      “Erkânıharbiye binbaşılarından İbrahim Şemsi Bey’i?”

      “Evet; tanırım. Hem pek güzel, layıkıyla tanırım. Mektebi Sultani’de altı sene birlikte tahsil gördük. Altı senelik bir hayat; insanı layıkıyla tanımak için kâfidir. Ben kendisini pek severim. Mektebi Sultani’den çıktıktan sonra asker olmak istedi. Harbiye mektebinde sınıfının daima birincisi olduğunu işitirdim. Tahsili fevkalade mükemmeldir. Hele Almanya’da beş sene devam eden askerliği güzel hatıralar bırakmıştır. Bunu yine kendi arkadaşlarından işitmiştim.”

      Ben bu sözleri ezber edilmiş bir ders okur gibi söylüyordum. Biraz evvelki sualin bende hasıl eylediği şaşkınlığın