Saffet Nezihi

Zavallı Necdet


Скачать книгу

İbrahim Şemsi zevcesine dedi ki:

      “Meliha! Ne duruyorsun? Sen Necdet’le bayramlaşmayacak mısın? Yoksa birbirinize dargın mısınız?”

      Bu teklif, onu ne yapacağını tayin edemeyecek bir derecede şaşırtmıştı. Yüzünde hafif bir kırmızılık hasıl olduğu hâlde titreyen adımlarla bana doğru geldi. Ben ne yapacağını bilmediğim için hayretle bakıyordum. Elini uzattı. Yavaşça, ihtiramlı bir tavır ile elimi aldı. Dudaklarına doğru kaldırdı. Kendisi de eğildi. O ateşli dudaklar elimin üstüne hararetli bir sevda busesi kondurdu, o dakikada kalbim şiddetle çarpmaya başladı. Çok müşkül bir mevkide kaldığımı anlıyordum.

      Enişte beyle İbrahim Şemsi gülmeye başladılar. Şen kahkahaları arasında diyorlardı ki:

      “Öyle değil mi ya? İhtiyarların elleri öpülmez mi?”

      Muhaverenin bu şekle girmesi beni o müşkül mevkiden kurtarabilecekti. Çünkü o sırada ayaklarımın titrediğini, kendimi zapt edemeyerek hemen orada yığılabileceğimi hissediyordum. Kendimi topladım ve onlara dedim ki:

      “Pek doğru! Ben de bir nevi ihtiyarım. Kalp ihtiyarlıyor. Vücut alil olursa buna başka ne nam verilir?”

      Bu muhavere üzerine aramızda çocukça alaylar, şakalar başladı.

      Elimin öpülmüş olmasından dolayı benimle eğlenmek istiyorlardı.

      Gülmekten kendisini zapt edemediği bir sırada enişte bey diyordu ki:

      “Ey Necdet, el öpmelik hemşireye ne alacaksın bakalım?”

      Meliha’nın beni; nefsimi zapt etmeye muktedir olamayacak müşkül bir noktaya sevk ettiğinin intikamını almak, çocukçasına, çılgınca hareketini yüzüne vurmak için cevaben dedim ki:

      “Bir güzel oyuncak.”

      Meliha’nın çehresinin birdenbire kızardığını gördüm. Fakat çehresine hücum eden kan bir saniye sonra tekrar kalbine çekildi. Hiddetinden sarı bir renk o latif çehreyi kapladı. Dudakları titriyordu ve titreyen parmakları bayramlık şık elbisesinin ipek dantellerini karıştırıyordu. Aramızda bir fırtına başlayacağını anlıyordum. Bereket versin; onlar alaylarında devam ediyorlardı.

      O gürültü buna mâni oluyordu. İbrahim Şemsi diyordu ki:

      “Pek doğru, pek doğru! Güzel bir oyuncak lazım! Bunu Necdet mutlaka almalıdır, öyle değil mi Saffet?”

      Bizim enişte bey biraz düşünür gibi bir vaziyet aldıktan ve parmağını şakağına bir saniye kadar dayadıktan sonra dedi ki:

      “Evet, evet; benim, hatırıma güzel bir oyuncak da geldi. Hani ya şu yattığı zaman gözlerini kapayan, kalktığı vakit açan bebekler yok mu? Canım, şu bonbarşada tesadüf ettiğimiz sarı saçlı mavi gözlü bebekler. İşte Necdet onlardan bir tanesini hemşireye…”

      Ferid Saffet Bey bundan ziyade söyleyemedi. Bizim kahkahalarımız arasında Meliha kan hücumundan kıpkırmızı kesilmişti. Titreyen elleriyle biraderinin ağzını kapamak istiyordu. Ne derecede sinirlendiğini gösterecek titrek, müteessir bir sesle:

      “Asıl bebek, hem de bıyıklı bebek sizsiniz.” diyordu. Sonra titreyen elini bize doğru tehdit eder gibi sallayarak ilave etti:

      “Böyle çılgın çocuklar gibi benimle alay etmekten ne zevk alıyorsunuz, bilmem?”

      Meliha; bu sözleri söyledikten sonra ateşli, hiddetli nazarlarını birdenbire gözlerime çevirdi. Güya bu bakışla bana demek istiyordu ki:

      “Hele sen, beni böyle rahatsız etmekten ne zevk alıyorsun?”

      Hemşire; nezaket icabı olarak Meliha tarafını iltizam etti:

      “Bunlar bugün hakikaten çılgın!” diyordu.

      Zevci kendisine cevap verdi:

      “Ah, o samimi çılgınlıktaki hakiki saadeti hissetseniz, anlasanız?”

      Eniştem, biraz gücenmiş gibi bir tavır alan Meliha’ya doğru dönerek ellerinden tuttu. Onu, piyanoya doğru sevk ederek dedi ki:

      “Kuzum hemşire! Rica ederim, bize ‘Çılgın Çocuklar’ valsini çalar mısın?”

      Meliha; mecbur olarak piyanonun önüne oturdu. Çılgın çocukların hareketlerini andıran, etrafa kahkahalar, feryatlar saçan nağmelerle dolu bu meşhur valsi çalmaya başladı.

      Bunda ne garip nağmeler vardı: Birdenbire gök gürlemesini andıran dehşetli iniltiler… Sonra bir saniye tevakkuf… Tekrar nağme tufanı…

      Meliha o gün hırsını, hiddetini piyanonun fildişi taşlarından alıyordu. Sinirlerindeki helecanı o taşlar üzerine vurmakla teskin etmek istiyordu. Valsi birçok defa tekrar ettirdik. Piyano çalınırken gülüyorduk, söylüyorduk. Bin türlü şaka icat ediyorduk. Meliha nihayet tahammül edemeyerek dedi ki:

      “Eğer bu alaylarınıza biraz daha devam ederseniz ben de sizin gibi çılgın olacağım.”

      Bu, benim çektiğim bir senelik azabın mükâfatı oldu. Bundan sonra ziyaretlerimi daha ziyade seyrekleştirdim. Çünkü görüyordum, hissediyordum ki Meliha’nın nazarlarında bir hararet, şiddetli bir sevda eseri var. Kati surette anlıyordum, İbrahim Şemsi’yi sevmiyordu, sevemezdi. Çünkü, çünkü o, şiddetle sevilmek istiyordu, onun bütün emeli, arzusu bu idi. Zevci onu en derin, en şiddetli bir muhabbetle sevsin; candan gönülden sevsin; çıldırarak harap olarak sevsin; hayatın bütün zevklerini, dünyanın bütün güzelliklerini kendisinde bulsun! Meliha işte bunu istiyordu.

      Hâlbuki İbrahim Şemsi… O ciddi bir askerdi. Vazifesinin esiri idi. Haritalarını tetkik etmekte bulduğu zevki belki hiçbir şeyde bulamıyordu ve bulamadığı için de Meliha’yı tatmin edemiyordu. Şiir isteyen, aşk isteyen, üzerine titrenilmek isteyen, velhasıl bütün bu incelikleri isteyen ve arayan genç kadını hiç, hiç tatmin edemiyor, onun belki çocukluğundan beri beslediği ümitlerin harap olmasına, hayallerin dağılmasına sebep oluyordu.

      Bahar geldi. Köşklerde zaten eşyanın bir kısmını bırakmıştık. Martın sonlarına doğru Fener’e naklettik. Meliha ile mülakatlar o zamandan beri daha ziyade sıklaşmaya başladı. Bunları azaltmak ihtiyarım dahilinde değildi. Kendi hissimi, iptilamın şiddetini yenmek için çalışıyordum. Sinir zaafı yine arttı. Sinir buhranları daha ziyade hükmünü icraya başladı.

      İbrahim Şemsi, şu zavallı saf kalpli çocuk sinir buhranlarının hafiflemesi için bir çare bulmuş. Fakat ne garip çare. Bilmem hangi kitapta okumuş ki, keman nağmeleri sinir buhranını, ruha ait olan ıstırapları teskin edermiş. Buna da “musiki ile tedavi” diyeceğiz.

      Meliha pek güzel, bizim İslam kadınlarında görülmemiş bir derecede güzel keman çalar. Biçare çocuk beni ıstıraptan kurtarmak için zevcesine âdeta emredercesine ısrar etmiş; sabahleyin ben henüz yatakta iken o, kemanı alıp gelecek; latif, tatlı nağmeler arasında uykudan uyanacağım.

      Bu tecrübeye tam bir aydan beri devam ediyordu. Bunu tarif edemem. Senin vus’ati hayaline bırakıyorum. Ben bu masumane hayattan memnun idim. Her sabah gönül aldatan o nağmeleri ruhuma bir gıda yapmıştım.

      Nihayet dün sabah, fikrimi altüst eden bir vaka beni şaşırttı. Uyuyordum. Latif keman sesi beni uykudan uyandırdığı hâlde gözlerimi açmadım, o nağmelerin, o tatlı sesin devamını arzu ediyordum.

      Meliha’nın bana doğru yavaş yavaş gelmekte olduğunu hissettim; biraz sonra da hararetli dudakların alnıma bir buse; ateşli, sevda saçan bir buse kondurmuş olduğunu duydum. Vücudum buz kesilmiş, tüylerim ürpermişti. Benim namusuma, vicdanıma o kadar emniyet göstermiş olan bir arkadaşın, bir kardeşin her şeyden kıymettar ismetine leke getirmek; aman ya Rabbi! Gözlerim kararmıştı.

      Dün Midilli’ye