seyahat yapmamı tavsiye ettiler. Ben de bir müddet için buradan uzaklaşmak istedim. Bursa’ya gittim. Niyetim beş on gün kalmaktı. Validem düğünde bulunmamı istiyordu. Ben de o zamana kadar döneceğimi kendisine vadetmiştim. Hâlbuki Bursa’ya gittikten sonra düşündüm; “Niçin düğünde bulunayım da ikinci bir sarsıntıya, bir darbeye daha uğrayım?” dedim. Valideye yazdım, düğünde bulunamayacağımı bildirdim. Artık ben Bursa’da kaplıcalarda, kırlarda gezerek, dolaşarak ölmüş gönlümü tekrar canlandırmaya çalışıyordum. İstanbul’a döndüğüm zaman yeni gelin güveyleri balaylarının ilk haftalarında, izdivaç saadetinin kemale erdiği bir zamanda bulacaktım. Biraderi Ferid Saffet’in bizimle hasıl olan münasebetinden dolayı Meliha ile de karabet peyda etmiş oluyorduk. Öyle ya! Meliha, eniştemin hemşiresi bulunuyordu. O hâlde bana bir dereceye kadar “namahrem” değildi. Fakat gönlüm istiyordu ki İbrahim Şemsi, Meliha’yı benden gizlesin! Bilmem neden; bunu gönlüm o derece şiddetle arzu ediyordu ki… Bu arzumda şüphesiz çok haklıydım. Düşünüyordum ki Meliha’nın karşısında bulunmak, onunla daima serbestçe konuşmak beni sıkacaktı. Kalbimi ezecek, harap edecekti.
Hususuyla bu yeni, zevç ve zevce karşımda sevişecekler, gülecekler, eğleneceklerdi ve ben bu saadeti, kaçırdığım bu saadeti bir diğerinde kendi gözlerimle görecektim. Onlar benden saadetlerinin derecesini belki saklamak isteyeceklerdi. Fakat ben bunu; onların bakışlarından, en ehemmiyetsiz sözlerinden keşfedecektim. O zaman kalbime yeni yeni yaralar açılacaktı. Onlar bana mesela:
“Bilsen ne kadar mesuduz!” deseler benim kalbimde bir ses, nereden geldiğini anlayamayacağım gizli bir ses, bana acıyan, benim için ağlayan bir ses:
“Ne kadar bedbahtsın!” diye fısıldayacaktı. Kendi kendime: “Oh; bu hâle tahammül edilemez.” dedim. Bunun için İbrahim Şemsi’nin şiddetli bir kıskançlığı neticesi olarak Meliha’nın bana çıkmamış olmasını temenni ediyordum.
Mudanya’dan bindiğim vapur; İstanbul’a geldiği zaman bizim yeni enişte beyle İbrahim Şemsi, Galata Gümrük İskelesi’nde beni bekliyorlardı. Hemen Feneryolu’na, köşke gittik. Beni karşılayan kadınlar arasında Meliha’yı görüyordum. Hâlbuki ben İbrahim Şemsi’nin Meliha’yı benden kıskanmasını, benden gizlemesini temenni ediyordum. Meliha’yı görmemeyi, Meliha ile karşılaşmamayı candan, gönülden arzu ediyordum. Fakat bu temennilerim, bu arzularım hasıl olmamıştı. İşte Meliha ile karşılaşmak felaketine şu dakikada maruz kalmıştım. Meliha’yı şimdi bu suretle ilk defa karşımda gördüğüm zaman dikkatli olarak yüzüne bakmaya bile cesaret edememiştim.
Ben uğradığım felaketten sonra artık aşkımı gömmek, ebediyen ölüme mahkûm etmek istiyordum. Buna muvaffak olursam şifa bulacağımı ümit ediyordum. Fakat işte ona da muvaffak olamamıştım. Talih; çektiğim ıstırapların devamını istiyordu.
Onları her gün, her zaman görüyordum. Sevişiyorlardı. Saf bir aşkla, samimi bir muhabbetle sevişiyorlardı. Benim nail olmak istediğim saadet meyvelerini bir başkası avuç avuç topluyordu ve ben de bunu görerek eriyordum, çıldırıyordum, harap oluyordum. Of; daha şiddetli bir kelime bulmak lazım; bitiyordum. Mamafih onlara bu elemlerimden, bu ıstıraplarımdan hiçbir renk vermek de istemiyordum. Kendimi o derece güzel idareye çalışıyordum ki… Onlarla beraber gülüyordum, saadetlerini tebrik ediyordum. Ne garip talih! Ne hazin bir hâl! Değil mi? Aralarındaki küçük ihtilafları bile hâllediyordum.
Şu İbrahim Şemsi, ne saf kalpli bir çocuk… Ona da şimdi acıyordum. Köşkte geceleri ekseriya birleşirdik. Meliha bize piyano, keman çalardı, şarkı söylerdi, kitap okurdu. Bizi bütün bu bedialarla meşgul eder, zevkler, neşeler içinde bırakırdı. Gündüzleri İbrahim Şemsi dairesine gideceği zaman beni yalnız bırakmaması için zevcesine tembih ederdi. Zavallı çocuk, bunda ne kadar haklı idi, bilsen ben başka biriyle asla eğlenemiyordum, lezzet bulamıyordum. Bütün gün beraberce güler, söyler, vakit geçirirdik. Beni bu yolda yaşayışta avutmaya başlamıştı. Fakat geceleri, yalnız kaldığım zamanlar, hastalığım hükmünü icraya başlardı, beni ıstıraplar içinde bırakırdı. Artık bu öyle bir hayat ki…”
Necdet; bunları söylerken güneş de tamamıyla gurup etmişti. Şimdi ufukta yalnız koyu kırmızı bir perde, yangın alevine benzeyen bir kızıllık görünüyordu.
“Artık gidelim, değil mi?” dedi.
Kalktık; koluma girdi, yavaş yavaş yürüyordu:
“Şu suretle yaşayış iki ay devam etti. Nihayet bir gün ihtiyarım elden gidiyordu. Ağustos nihayetlerinde idi, dikkat ediyordum; Meliha’nın bana sokulması, meyli günden güne artıyordu. Meliha kendi zevkini okşayan meziyetleri, hevesleri, her şeyi İbrahim Şemsi’den daha ziyade bende buluyordu. Ben musikiye, şiire, güzelliğe, her güzel şeye tapıyordum. İbrahim Şemsi… O, bir asker… Ruhu, kalbi bir askere layık emellerle, hislerle dolu… Manevralarda muvaffak olmayı gönül avlamaktan pek kolay, lakin çok şerefli buluyordu. Onun bütün zevki, arzusu haritalar üzerinde çalışmak, manevralar tertip etmekten ibaret…
Hele sonraları Meliha ile pek az meşgul olmaya başlamıştı. Bazı geceler yemekten sonra hemen odasına çekilirdi. Askerliğe dair yazılacak uzun bir layihası var; bu, kendisi için her türlü aşktan muazzez, muhterem… O layiha benim ne kadar işime yaramıştı. On-on beş gece Meliha benden hiç ayrılmamıştı. Bazen hemşire ile enişte bey de bizim müsamerelere dahil olurlardı. Fakat onların her ikisi de kendi kendilerine, her şeyden ayrı, unutulmuş gibi yaşamayı daha ziyade seviyorlardı. Aşklarını kuşlar gibi yapraklar, dallar arasında, haset, rekabet nazarlarından uzak olarak saklamak istiyorlardı. Ne kadar haklı idiler.
Bir gece Meliha yine benimle beraber idi. Piyano çalmasını teklif ettim. Memnuniyetle çaldı. Sonra kemanını aldı:
“Size pek sevdiğim bir havayı çalayım.” diyordu.
Valide ile beraber yan yana koltukta oturuyorduk. Kemanın yanık nağmeleri havayı titretmeye başladı. Ben mest olmuştum. Yine ölüm havası… Chopin’in feryatları… Yavaş yavaş ağlamaya başlamışım. Validem merak ile soruyordu: “Necdet, niye ağlıyorsun yavrum?”
“Bu bir ölüm havasıdır.”
“Bundan sana ne iki gözüm? A kızım sen de tuhafsın, hasta çocuğun yanında çalacak başka bir şey bulamadın da bu havayı mı çalıyorsun?”
“Zararı yok valideciğim, darılma! Geçer, geçer.”
Meliha kemanı elinden bırakmıştı… Gönlünü almak için yanına gittim, kendisine dedim ki:
“Hemşire -ah kendisini hemşire diye çağırırım- ben ölürsem evet, belki ölürüm, rica ederim, tabutum kapıdan çıkarken sen bu havayı çal! Bunu vadedersin değil mi?”
Dargın bir tavır ile:
“Valide hanım bakınız, Necdet Bey ne diyor?”
“Ne diyor kızım?”
“Ben ölürsem…”
“Aa! Düşman başına, ben böyle ölüm sözleri istemem, siz yoksa çıldırdınız mı?”
Evet hakikaten çıldırmıştım.”
Necdet koluma dayanıyordu. Biraz durdu, ben de durmaya mecbur oldum. Bir iki dakika sonra sözüne devam etti:
“Eylül ihtidalarında İstanbul’a naklettik. Biz Şehzadebaşı’nda oturuyorduk. Onlar da Şişli’de oturuyorlardı.
Tabii mülakatlar azaldı. Beyoğlu’nda kaldığımız bazı geceler orada yatıyorduk. Ben de biraz kendisinden uzaklaşmak arzusu uyanmıştı. Neticenin korkunç olabileceğini anlıyordum. Ramazan geldi. Bizde birkaç gece misafir kaldılar. Dikkat ediyordum, Meliha bana başka bir nazarla bakıyordu. Kendisine hemşire diye hitap ettiğim zaman