/title>
Vapur dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak, kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy’e gidiyorduk. Nihayeti leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara’nın kubbeli, ince minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar, parçalanmış köpük dağları hâlinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu. Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerleşmiş tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, muharrik, şuh ve fettan bir şey katıyordu.
Uzak ve bilinmez esatir adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyor, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış; kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, o hakikatten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyordu. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor; ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık duvarlarıyla uyutarak dimağımdan bütün etrafımın, muhitimin akislerini siliyordu. Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömründe her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın o tuhaf ve marazı iptilasıyla etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıbbiye Mektebi’ni1ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.
Hakikatte olmayan, yalnız kendi hayalimde vücut verdiğim bu levhaya, bu âli ve büyük manzaraya bakarak: “Ah, aşk yeri… Ah, işte aşk yeri!” diyordum. Martıların: “Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına… Orada sizi beyaz çiçekler, ezelî ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var. Geliniz haydi, oraya…” diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, âdeta başım dönüyor. Artık pek aşağılarda kalan Kız Kulesi’nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin uçuştuğunu ve gidilse elle tutulabileceğini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma bir el dokundu. Döndüm.
“Yahu, nedir bu hâl, bu dalgınlık ne?”
“Hiç…”
“Beni tanıyamadın mı?”
“Şey…”
“Uyan yahu. Ver elini bakayım!”
Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordum.
“Sen ha…”
“Ben ya!”
Bu, en sevdiğim mektep arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On iki sene… Aman Yarabbim! Dün gibi… Hayat, hakikaten en uzun vakalarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Mektepte herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese ad takan şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri… Ne olduğunu bilmediğimiz, hakikati mahut “birinci sebep” in insan zekâsına ebedî bir surette kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu küçük ve parlak uzuvlar… Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz artan maziden bir simaya rastlayış beni mesut etti. Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idik. Kanepelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük çalıyordu. Herkes sebepsiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere kısaca bir şey söylüyorlar, şişmanlar cigaralarını içerek çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar; son moda esvaplı şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Amma hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılacaktı. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi ekşitiyorlar, rüzgârdan kaşlarını ve dudaklarını buruşturuyorlardı. Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım:
“Bir kederin mi var?” dedi. “Buraya çıkınca seni gördüm. O kadar dalgındın ki yanına sokulduğumu duymadın. Ne’n var kuzum?”
“Hiç, hiç.. Dalga geçiyordum.”
“Ne dalgası?”
Gülerek cevap verdim:
“Aşk dalgası…”
“Daha bekâr mısın?”
“Bekârım!”
Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve mütevekkil bakılırsa bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti ve cebine soktu. Biraz döndü ve ciddileşen gözlerini gözlerime dikti:
“Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha!..” dedi. “Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin… Mektepten çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen başından geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz hakikatin farkına varmamışsın. Ve mademki hakikate bu kadar yabancı kalmışsın, mesut değilsin ve ölünceye kadar mesut olamayacaksın.”
“Hangi hakikat?” diye gülümsedim.
“Hangi hakikat mi dedin? İçtimai hakikat… Eğer sen bu hakikati sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın.”
Anlamıyor ve hep gülümseyerek: “Ama niçin?” der gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:
“Her yerde başlı başına bir muhit, bir içtimai vicdan vardır ki bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin, felsefelerin hilafına olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim muhitimizde, Türklerin muhitinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak… Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez. O hâlde kimi sevecek? Hiç. Bu muhitin, bu içtimai vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi feylesof, Allah’ın insanlar üzerindeki tesirinden, insanlarla münasebetinden, ahlakından bahsederken: ‘O, içtimai muhitten başka bir şey değildir…’ diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski mukaddes kitaplarıyla bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor. Evvel zamanda Galile’yi2yakan kuvvet, bugün Galile’nin o büyük ve korkunç kabahatini ders diye okuyan milyonlarca mektep çocuklarına aldırmıyor. İspanya’da Ferer’in3 kafasını delen kurşunlar, Fransa’da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz. İşte bu feylesof da Allah’ımızın, ezelî kanununu işletmek için, hep muhiti, hep muhitin içtimai vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu ezelî ve mukavemet olunmaz kanun, her yere, her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor.
Buradaki fazilet orada cinayet, oradaki yararlık burada fenalık sayılıyor; mukaddes kitapların bütün tabiat, uzviyet tekâmül kanunlarına inat olarak hiç değişmez kalması lazım gelen emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor; esasları bir olan Hristiyanlık Avrupa’da başka, Amerika’da başka, Afrika’da başka… İslamlık da böyle! Hindistan’da başka, Liverpool’da başka, Buhara’da başka, Türkiye’de başka… Arabistan’a ve Acemistan’a git, oralarda bütün bütüne başka… İşte Allah’ımızın Türkiye’deki ezelî ve karşı gelinmez kanunu, yani içtimai vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye’de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek… Çünkü sevmek için evvela görmek lazım. Hâlbuki