âdetleriyle, kanunlarıyla, hükûmetiyle, zabıtasıyla, aile teşkilatıyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden; nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir muhitte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir muhitin içtimai vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükûmetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hülya ile uğraştığını gördüğüm için canım çok sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığınına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin… Ve ancak böyle mesut olabilirdin.
Hâlbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir yeis çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun… Bilsen sana ne kadar acıdım.”
Vapur Kadıköy’e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena hâlde uyuşmuştu. Yere basamıyordum.
“Biraz dur kuzum.” dedim. “Ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız.”
Gülüyor:
“Ayağın değil, galiba beynin uyuştu.” diyordu. Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi mahzunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir cemiyetin sonunun ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz ve sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir hepsi erkekti. Elimle dizimi ovuşturarak:
“Vapurda hiç kadın yokmuş.” dedim.
Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
“Sabırlı ol… Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar.”
Vapur tamamen boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye doğru yürümeye başladım.
Artık şimdi kadınlar da her tarafları örtülü, koyu siyah çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmesin diye pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve dilsiz heyulalar gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altından bastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı…
ASHABI KEHFİMİZ
Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşünüşlerini içtimai hakikatle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyetten sonra büyük adamlarımızın çoğu ile görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı, şu neticede toplanıyordu: “Osmanlı; müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük, ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan her fert (bila tefriki cins ve mezhep) Osmanlı milletine mensuptur!” Hâlbuki bu fikir, gayrimillî tazminat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmuundan “müşterek bir milliyet” teşkil etmek imkânı yoktu. “Osmanlılık” hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya’da yaşayan Almanlara “Habusburg milleti, Avusturya milleti” denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Alman’dı, Türkçe konuşan bizler de, beş binlerce senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı devletinin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, hasılı nerede yaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük… Hâlbuki “Osmanlılık” kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasi fikirleri, içtimai gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.
Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyorlardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tazminat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahsi “enmuzeç” ler çizmeye çalışmamıştım. Türk köylüsü: “Dili dilime uyan, dini dinime uyan.” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken, münevver efendiler, son inkılap esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, işte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vakalar başımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabii lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkuresine ehemmiyet verilmeye başlandı. Bugün ihtimal şu kitaptaki kahramanların siyasi iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer “mübalağa” gibi görünecek; fakat hâlâ milliyetperverliğe, Türkçülüğe aleyhtar geçinenlerin lisanda, edebiyatta, sanatta, siyasette pek açıkça itiraf edemedikleri gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?
YENİ BİR DERNEK
Şimdi gezmeden geldim, içimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Ropenyanların yeşil, iri papağanı, kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:
“Hosegur, hosegur!” diye bağırıyor.
Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş doldu… Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak; abus, güneşsiz kış günlerinin mecburi eğlencesidir. “Ne yapayım?” diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan İdadisi’nde okurken Bağdaseyran isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.
“Dünyada en birinci zevk, ruzname tutmaktır.” derdi. Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahriri bir gevezeliktir.” derdim. Daha pek gençken özendiğim şey, “ciddi olmak”tı. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim, yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı. “Söz gümüşse, sükût altındır.” diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi, fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden, hep yazmak, hatırlarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.
Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum. İşte muallim Bağdaseryan… Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.
Diyor ki:
“Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günleriniz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş, on dakikaya acımayıp, yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken, ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız…”
Üçüncü