Fransa’dan gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve bariz bir tarzda, dehşetle yasak olan bir muhite zıt ve ecnebi muhitlerin âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve uzak memleketlerde geçen hayalî romanların kahramanları yerine korlar. Tabii edebî mecmualardaki birçok şiiri okuyorsun. Mevzu: Gece ve kadın… Hâlbuki Türki ye’de ikisi de yoktur. Türk muhi tinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. ‘Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine’ girer.
Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah… yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi muhitlerini, kendi âdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola umumi bahçelerde, lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, malum manasıyla, bir sıçan deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler. Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller anlatılır; hangi göller? İstanbul’da Terkos’tan başka göl hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Hususiyle Terkos’un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarıyla, arşın manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan…
Şairin bir sevgilisi var. Lakin nerede? Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Lakin nerede? Ah, ancak hayalinde… Hakikatte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk muhitinde, balıkların sudan çıkarak havada uçuşmaları ve bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri dinleyerek aşk kelimeleri söylemek, hatta gündüz biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün… Seyir yerlerinde, ah bu zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, muhitin içtimai vicdanına ve mahut yedi başlı mutaassıp ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin mebusansız ve âyansız semavi bir kral kadar salahiyetleri vardır. Kız kardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola… Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz yahut anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz yine talihiniz varmış demek. Muhitimizin dininden, ananelerinden, âdetlerinden, ulemalarından, ihtiyarlarından, mürtecilerinden, hükûmetin zabıtasından ziyade bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları… Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi kavminden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki zabıtanın en dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar değil mi? En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu tenli, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey… Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha ziyade çirkinleştirmek için hususi bir maharetleri, hususi bir dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol esvap giydirirler. ‘Etrafa dökülüyor!’ bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlarlar. Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. ‘Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin, kolların açık, çorapsız yanına girmeyeceksin… ilah.’ tembihlerini vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken: ‘Çalışkan, temiz, atik kız amma, ağzı burnu yerinde.’ derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en affolunmaz bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün olmadığından ‘evlenmek’ meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere ‘görücü’ giderler. Ve erkeklerin birçoğu hâlâ bilmez ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar… Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.
Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. ‘A kardeş, çok güzel amma şeytan gibi çok bilmiş. Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz…’ derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusur bulurlar. Gayeleri tombul, beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rast geldiler mi: ‘Ah, işte bir melek!’ diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya… Zavallı erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı kaldırınca karşısında ‘Adınız ne efendim?’ sualine cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir ‘nâme’si yakalanır yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa, hepsi birden ona darılır ve dehşetle aforoz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi, yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar; en insaflıları biraz acır: ‘Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş.’ der. Muhitimizde ‘Bir kadının en birinci vazifesi güzel olmaktır.’ sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten menederler. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları nasihatin değişmez modelidir: ‘Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma. Aşüfte diyecekler, önüne bak. Frenk karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş yavaş… Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın ilah ve ilah…’ Sonra tanışan, görüşen her aile sanki birbirlerinin tabii müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanları tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan, göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır: ‘Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor!’ diye ondan iğrenirler.
Bazı yeni romanlarda gösterilen Türkiye’deki mahut, kibar âlemine gelince… Bu âlem, bütün bütün bir hülya mahsulüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de imtiyazlı bir sınıf yoktur. Vakıa büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri suni bir kibar âlemi yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Garplılaşırlar, Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün muhit onlara düşman olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikâh düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela: ‘Kötüler!..’ lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle dekadan5ailelerin etraflarından yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün saadetleri söner. Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, hücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet yeni şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar, Garp romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden, taklitlerinden başka bir şey değildir. İstanbul’da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı