Омер Сейфеддин

Aşk Dalgası


Скачать книгу

masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle görmez. Bedbaht oldum. Lakayt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümitvâr oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa, artık bence şüphe yok ki, şahitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki, bizi önüne katmış, değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir hâlde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim.

      Şimdiden sonra da birçok fikrim, hissim, değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum; bugünden itibaren yarını yazmaya başlayacağım.

      On beş, yirmi gün içinde ne değişiklik Yarabbi! O kadar kardeşimizi Kürt cellatlarına doğratan Kırmızı Sultanın7kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat, bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, mutaassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar, kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.8

      Her şeyi siyah gören bedbinler: “Bu bir sıtmadır, geçer…” diyorlar. “Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat, hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler.”

      Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavut’un, Sırp’ın, Bulgar’ın, Arap’ ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi “Hür Osmanlılık” için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki nümayişler, Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri, açılacak Mebusan Meclisinde milletvekilleri adalet dahilinde halledecekler…

      İki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek… Ermeniler’e, hiç olmazsa, Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak… Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirerek eski Ermeni İmparatorluğu’nun temelini atmak…

      Vakıa idealler “olan” değil, “olması istenilen” şeylerdir. Fakat, amma münasebetsiz bir hülya… Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükûmet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin şu kadar milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülya ile mefkûre peşinde koşmaktan menetmez mi?

      Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantığımda esaslı bir inkılap vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım, Osmanlı kalacağım.

      Elveda ey eski ihtilalci Hayikyan, elveda sana…

10 Eylül 1908, Moda…

      Ben tembelim! İşte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyorum, kendi kendime: “Bu akşam.” diyorum. Akşam, sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama… Meşrutiyet’in, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dahili karmakarışık! İşler pek öyle çabucak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa Meşrutiyet’i alenen istemeyen yok. Amma yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil.

      Beşiktaş’ta bir Müslüman bahçıvanın kızı bir Rum’a kaçıyor. Herif, karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum’u o kadar dövüyorlar ki, Rum ölüyor. Rum’un ölüsünü alan Rumlar, Beyoğlu’nda gezdirdiler, türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu adi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı.

      Patrikhaneler: “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız…” diye kımıldanmaya başladılar. Hâlbuki Kanunu Esasi, bütün Osmanlılar için “bir” değil mi? Kanunu Esasi karşısında hususi bir hukuk, hususi bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mü? Mantıklı mı? Bunun için birçok münakaşa ettim. İtiraf ederim ki, Türkler pek samimi! Tanzimat, Kanunu Esasisi, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vazgeçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda tarihlerde, gazetelerinde, bir tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.

      “Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz.” diyorlar. “Camilerin, kiliselerin dışarısında hiçbir ayrımız, gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, ali Osmanlılık vardır!”

      Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Âdeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar bazı Ermeniler: “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder.” diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum, Patrikhanelerin ektiği tohum… Papazlar, siyasi kaynaşmanın kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil…

      Lakin bugün papaz asrında mıyız? Kanunu Esasi olan meşrutî bir memlekette “milliyet, kavmiyet” ne demektir?

Kânunusani 1909, Moda…

      Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum ihtiyar kadın: “Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasete atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet, benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dahil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanuni Esasiye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanuni Esasisine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım. Hele bir yaz gelsin; bakalım ne olacak?

11 Mayıs 1909, Moda

      Yazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalkâr bir Türk gibi kendi kendimi “Eli elime değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işim yok, zorla masanın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.

      İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyansınız” diyen varmış gibi, Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, özellikle ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetmesinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuştu.9Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın