Hasan Yılmaz

Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı


Скачать книгу

bir zamanlar bir hayat sürüldüğü biliniyor. Köyden çok kişi gidip, o mezarları kazıp gömü falan aramıştır. Kalenin yanı sıra Yörükler denilen mevkide de ayrı bir yerleşim varmış. Bazı kişilerin, oralarda çift sürerken, bir takım testi çömlek falan buldukları söylenir.

      Köyümüzün yerleşimine ilişkin kesin bir tarih tespit edilemese de 300-500 yıllık bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Çankırı çevresinde ikamet eden, özellikle Kayı ve Bayat gibi Türk boylarına mensup insanlar, ilk önce köyün çevresine mezralar hâlinde, dağınık şekilde yerleşmişler. Çoklukla hayvancılık ve bahçecilik yaparak geçimlerini temin ettikleri için uzun yıllar bu şekilde yerleşimlerini sürdürmüşler. Zamanla Anadolu’da güvenlik sorunu baş gösterince insanlar bir araya gelme ihtiyacı hissetmişler.

      Çevremizdeki bir çok köyün isminde “Kayı” vardır. Çaparkayı, Asarcıkkayı gibi. Bizim köyümüzün iki boyundan birinin Kayı, diğerinin de Bayat boyu olduğu söylenir. Orta’nın köylerinde falan da Kayı ismiyle anılan köyler vardır.

      Çevrede dağınık şekilde duran ailelerin biraraya gelerek köyün bugünkü yerinde iskân olmaları aslında biraz da korunma kaygısından kaynaklanmış. Devlet otoritesinin kalmadığı 18. yüzyılda her tarafta türeyen eşkıyaların şerrinden sakınmak için mezra gibi küçük yerleşim yerlerini terk edip köyümüzü kurmuşlar. Eşkıya falan köye geldiğinde sık ormanlık alanda insanları arayıp bulamazmış. Büyükbabam, köyün arkasındaki Yörük Yaylası tarafından gelip köye yerleşmiş. Kimileri Sivri tarafından, kimileri Aydos tarafından gelmiş.

      Köydeki kök isimlere bakıldığında, köyün nüvesini beş altı ailenin oluşturduğu görülür. Bu büyük ailelerin birleşiminden köy oluşmuş. Soyadı kanunundan önceye gidilip, ailelerin kökenlerine ulaşıldığında köyün çoğu birbiriyle akrabadır. Örneğin Kadir Çavuşgile “köy ağası” derlerdi. Örneğin köyde Uğur, Uygur, Yılmaz ve Karan soyadlarını taşıyanlar akrabadır.

      Bugünkü anlamda bir kooperatif çalışması ya da imar düzenlemesinin sonucunda oluşmadığı için Anadolu’daki pek çok yerleşim yerinin öyküsü söylentilere dayanmaktadır. Antik dönemden izler taşımıyorsa yerleşim yerine ilişkin bilinenler, sözlü kültürle nakledilen kadardır.

      Türkiye’de köy ve yer isimlerini değiştirmek bir dönem pek yaygındı. Bizim köyümüzün adı da değiştirilip Gürpınar yapılmıştı. Aklım erip, Ankara’ya 80 kilometre mesafede olan köyümüzün isminin neden değiştirildiğini düşünmeye başladığımda, o gün itibarıyla anlamsız gelen Ereğez adından hareketle “Köyümüz de eski Ermeni ya da Rum yerleşim yerlerinden biri miydi acaba?” diye sormaktan kendimi alamadım.

      Köyümüzün gerçek adına ilişkin değişik rivayetler olsa da bilinen en yaygın rivayet şöyle:

      Köyün ilk kurucularından sayılan Zalif Hoca, köydeki geçim kaynaklarının kıtlığına dikkat çekmek için, “Oğlum burada durmayın, nasibinizi arayın, gezin.” dediği söylenir. Köy bol sulu bir vadi ağzında olmasına rağmen kışların çetin ve uzun geçmesi nedeniyle ve hayvancılık yaparak geçinmenin de zor olmasından ötürü böyle demiş olmalı.

      Daha önce de belirttiğim gibi köyümüzün olduğu yer ormanlık bir alanmış. Uzun ve sık ağaçlardan dolayı ormanda dolaşmak zor, saklanmaksa kolaymış. Bir gün köyü eşkıyalar bastığında, köy halkı ağaçların tepesine çıkarak saklanmış. Eşkıyalar aşağıda insan ararken yukardan bakanlar, “Arayın gezin, işiniz ne!” demişler. Aragez ve Ereğez ismi oradan kalmış.

      Köyümüzün iklim yapısı da İç Anadolu ile Karadeniz bölgesinin sentezi gibidir. Bu nedenle köyümüzde insanlar karınlarını doyurmak için tarla ve bahçe işleriyle uğraşmışlardır ancak iklim ve coğrafya insanların bütün ihtiyaçlarına cevap vermediği için köylülerin çoğu Zalif Hoca’nın dediğini doğrulamak istercesine, nasiplerini hep dışarıda aramışlardır.

      Hayatta bir gayesi olmayan insanlar, bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Kendileri gitmezler, suyun akışına kapılırlar.

Seneca

      Ticaret Kilcilikle Başladı

      Çankırı’nın tuzdan ekmek yemesi gibi köyümüz de kilcilikten epey bir ekmek yedi. Köy mezarlığının bulunduğu üst kesimdeki çukurluklar hep killikti. Maden ocağı gibi kil ocaklarında da göçükler meydana gelirdi. İnsanların ölümü göze alarak çıkarttıkları kil, özellikle saç yıkamada kullanılırdı. O yüzden baş kili denirdi. Çamaşır kili Eskişehir tarafından öğütülmüş olarak gelirdi.

      Bugün kozmetik firmaları tarafından yüz maskesi olarak satılan killi ürünlerin kalitesindeki kil, köy mezarlığının olduğu arka sırtlardan çıkartılırdı. Esasında baş kili dedikleri bu kilin çıkartılması öyle kolay değildi. Toprağın 20-25 metre altına tünelle inilir, oradan çıkrıklarla toprak olarak çıkartılırdı. Çıkan kil ocakta pişirildikten sonra kullanılabilir hâle getirilirdi. Bunun için kil önce suya konarak iyice eritilir, sonra da saç yıkamada kullanılırdı. Kullananlar iyi bilir, suda yumuşayan kille yıkanan saç ipek gibi olur. Bugün kullandığımız hiçbir şampuan saçları onun kadar temizlemez.

      Evlerde belirli ölçüde kullanılmakla birlikte o zamanlar sabun pek bilinmediğinden, çıkartılan kil kağnılarla evlerin avlusuna yığılır ve kış geldiğinde köyden köye, sabun yerine temizlik maddesi olarak satılırdı.

      Sabun ve deterjan kullanımı Anadolu’da yaygınlaşınca kilcilik zamanla verimli bir iktisadi faaliyet olmaktan çıktı. Bunun yerini leblebicilik aldı. Bazen çerçi, bazen çulcu diye tabir edilen insanlar, yüzlerce hektar ormanı yok etme pahasına ürettikleri leblebiyi yaban yerlere götürüp satarak geçimlerini temin etmeye başladılar. Alışverişte nakit para kullanımının kısıtlı olmasından ötürü, sattıkları leblebi karşılığında çorap, yün, kazak, bakır, alüminyum gibi eski ürünler aldılar. Aldıkları bu eski ürünleri de Ankara’da toptancılara verip nakde dönüştürdüler. Yaptıkları bu işten dolayı, yaygın şekilde “eskici” olarak anıldılar. Zamanla her köyde bakkal açılıp, dışarıdan gelen çerçilere iş kalmayınca, nasibini dışarıda arayan köylülerimizin tamamına yakını soluğu Ankara’da aldı.

      Hiçbir zaman çıktığın kapıyı çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.

Don Herold

      Bir Avuç Leblebi İçin Bir Orman Yok Edildi

      Arazimiz engebeli olduğundan köyümüz çiftçilik yapmaya pek elverişli değildi. Küçük tarlalarda daha çok fi ve nohut yetiştirilirdi. Fi hayvan yemi olarak kullanılırken nohut da leblebi yapmak için yetiştirilirdi. Ayrıca bahçecilik yapmak da mümkündü.

      Yaz mevsiminde, nohut tarladan yolunurdu, herkesin evinin önünde yığın yığın nohut olurdu. Onlar kurutulup kabuğundan ayrıldıktan sonra çuvallara doldurulup leblebi yapmak için ocak başına taşınırdı. Kurutulmuş bir nohutun leblebi hâline gelmesi bir haftayı bulurdu. O zamanlar kuru nohut, bizim güre dediğimiz tavada, yüksek ateşte, tokmak gibi bir aletle çevire çevire, üç kez kavrulurdu. Nohut kavruldukça kıvama gelir ve güneşin altında taş gibi sertleşen o yiyecek pamuk gibi yumuşardı. Üç aşamalı bu kavurma işleminin ardından leblebi güneşin altına serilir ve tekrar kurumaya terk edilirdi. Bir iki gün öyle kaldıktan sonra tahta bir el düveni ile kabuğundan ayrılır, sapsarı bir yiyecek ortaya çıkardı.

      Köyde leblebiciliğin tarihi neredeyse yüzyıl önceye uzanmaktadır. Pazarlama işini herkes kendisi yapıyordu. Evinde kavurduğu leblebiyi herkes Ilgaz, Kurşunlu, Yapraklı, Çankırı gibi köye yakın yerlere götürüp satıyordu.

      Bir