Hasan Yılmaz

Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı


Скачать книгу

vakitler erkeklerin çoğu asker olduğu için hayatın yükü büyük ölçüde kadınların üzerindeymiş. Kadınlar kocalarının yokluğunda, ayaklarının üzerinde durmak için, benim diyen erkeğe taş çıkartırlarmış. Babamın yokluğunda tarlaları annem sürmüş, hayvanlara annem bakmış. Hatta seferberlik sırasında diğer kadınlarla birlikte, kağnıyla Kalecik’ten Çankırı’ya yaralı taşımış.

      Annem uzun süre babamdan haber alamayınca onun şehit düştüğünü düşünmüş fakat ölü ya da dirisinden haber alamadığı için yine de belki dönüp gelir diye bir ümit beklemiş. Nihayetinde annemin ümitleri boşa çıkmamış. Babamla birlikte cepheye giden yüz yirmi gençten sadece dördü köye dönebilmiş.

      Bir insan köprü kurar, bin insan geçer.

Özbek Atasözü

      1933’te Köyümüz Kasaba Kadardı

      Türkiye’nin kırsal nüfusunun genel nüfusa oranının yüzde yetmişlere yaklaştığı 1930’lu yıllarda köyümüzün nüfusu, bugünkünün dört katıydı. Benim doğduğum yıl olan 1933’te köyümüzün nüfusunun dört yüz hane olduğu söylenir. O zaman en küçük hanede en az sekiz on kişi yaşıyordu. Hane denildiğinde bugünkü anlamda kapı numarası olan bir ev anlaşılmıyordu. Bir babanın kanatları altında yaşayan bütün nüfus, hane olarak kabul ediliyordu.

      Türkiye’de ilk nüfus sayımı 1927’de, ikinci nüfus sayımı 1935’te yapıldı. İlk sayımda olduğu gibi ikincisinde de hâlihazır nüfusu tespit etmeye dönük bir sayım tekniği uygulandı. Alınan sonuçlara göre Türkiye’nin nüfusu; 8 milyon 221 bin 248’i kadın, 7 milyon 936 bin 770’i erkek olmak üzere 16 milyon 158 bin 18 kişi olarak belirlendi.

      Bu sayıma göre kadınlar genel nüfusun yüzde 51’ini, erkekler yüzde 49’unu oluşturuyordu. Bu oran, 1927’de erkekler için yüzde 48, kadınlar için yüzde 52 olarak tespit edilmişti. 1935 sayımı ülkedeki okur yazar oranının yüzde 19,2 olduğunu ortaya koydu. Aynı oran 1927’de yüzde 11 olarak belirlenmişti.

      1927’de kilometrekareye 18 kişi düşerken, 1935’te bu rakam 21’e yükseldi. Nüfusun iktisadi etkinlik kollarına göre dağılımı ise Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğunu ortaya koyuyordu. Buna göre nüfusun yüzde 79’u tarım, yüzde 7,8’i sanayi, yüzde 12,3’ü ise hizmet sektöründe çalışıyordu. İkinci genel nüfus sayımında, bir önceki sayımdan bu yana ülkeye gelen göçmenlerin sayısı da 207 bin 350 olarak belirlendi.

      İl nüfusu sıralamasında İstanbul başı çekiyordu. Onun ardından İzmir, Konya ve Ankara geliyordu. 1927’deki sayımda İstanbul’un nüfusu 699 bin 796 iken, 1935’te 739 bin 171 olarak belirlendi. Ankara’nın nüfusu, 1927’de 74 bin iken, son sayımda 123 bin olarak tespit edildi.

      Az şey bilirsek bir şeyin doğruluğundan emin olabiliriz, bilgi artınca şüphe de artar.

Goethe

      Okula Girseydin Gâvur Olacaktın

      Köyde okumak denilince camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılıyordu. Ben de Kur’an okumayı öğrenmek için ilk olarak köyün sayılan hocalarından biri olan Hüseyin Hoca’ya gitmiştim. İsteyen çocuk, aynı zamanda köyün imamlığını da yapan Hüseyin Hoca’dan Kur’an öğrenebiliyordu.

      Babam değirmencilik işini iyi biliyordu. Kendi değirmeni olmasa da başkalarının değirmenlerini kiralayarak işletiyordu. Ben de elim biraz iş tutar hâle gelince, özellikle sonbahar aylarında vaktimin çoğunu değirmende geçiriyordum.

      Bugünkü çocuklara büyüdüklerinde ne olacakları sorulduğunda verecekleri bir cevapları vardır. Kimi öğretmen olacağını, kimi polis olacağını söyleyerek kendine gelecekte bir hedef belirleyebiliyor. Üstelik yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında. Biz o zaman gelecek hayali kuramazdık. Gelecek, yaşadığımız hayattı. Anne babaların ise çocuklarını büyütmekten başka hiçbir hedefi yoktu.

      Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da köydeki mektebin önü çocukların oyun bahçesi gibiydi. Ben de onlarla birlikte bahçede oynarken çocuklardan biri, “Herkes mektebe yazılıyor, biz de yazılalım.” dedi. Eski dilden alışkanlık olsa gerek, o yıllarda okumuşlar “okul” der, köylüler “mektep” derdi. Ben de öğretmene gidip okula yazılma isteğimi söyledim. O zaman öğrencileri sokakta kaydederlerdi. Öğretmen eline bir defter alır, öğrencilerin kaydını yapardı.

      Türkiye’de okullar önce üç yıllıkmış. Sonra beş yıla çıkmış. Daha sonra tekrar üç yıla inmiş. Üç yıllık okulların öğretmenlerine eğitmen denirdi. Onların işi sadece okuma yazma öğretmekti. Ereğez’in ilk öğretmeni Çingen Fatma denilen bir kadındı. Kocası daha sonraki yıllarda Çankırı’da attariye dükkânı açtı. Ondan sonra Bakırlılı Nurettin Korkut diye bir öğretmen geldi köye.

      Aslında çocuklar okula gitmeye hevesliydi. Ben de gitmek istedim. Diğer çocuklarla onun yanına vardım ve “Beni de kaydet.” dedim. Evinin arkasında bizi okula kaydetti. Daha önce de belirttiğim gibi babam, “Eğer içeri girseydin gâvur olacaktın. Camide Hasan Hoca ne diyor duymadın mı? ‘Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!’ diye bas bas bağırıyor, duymuyor musun oğlum?” dedi.

      “Köyün içindeki okul, komünist okulu olur mu baba!” dedim ama babam dinlemedi. “Seni sabah doğru Kalfat köyüne götüreceğim.” dedi. Böylece benim ilkokul serüvenim daha başlamadan biterken, okula kayıt olma girişimim hayatımı da başka bir çehreye büründürdü.

      Hüseyin Hoca halim selim bir adamdı. Hasan Hoca gibi okullara dair cemaate telkinde bulunmazdı. Namazını kıldırır, Kur’an öğretirdi.

      Aslında babamın Hasan Hoca’nın dediklerini tekrar etmesi sadece bir bahaneydi çünkü, daha önce Recep ve Yakup ağabeylerimi okula göndermişti. Beni hafızlığa yönlendirmesinin nedeni Karakoçaş köyünde değirmen işletirken, Kur’an okuyuşlarını çok beğendiği üç çocuk imiş. Beni hafız olarak yetiştirmeye heveslenmiş. Bu nedenle o gün akşam yatmadan önce, “Hanım yarın eşeği hazırla, Mehmet Ali’yi Kalfat’a götüreceğim.” dedi. Annem, “Kime götüreceksin?” diye sordu. Babam, “Cennet var ya! Cennet’e götüreceğim!” diye cevap verdi.

      Günümüzde dayak eğitim sisteminden safha safha uzaklaştırılırken, insan hakları, çocuk hakları, hasta hakları gibi haklar manzumesi çok yaygınlaştı. İnsanlar çok bilinçlendi. O yıllarda dayak eğitimin tamamlayıcı parçasıydı. En çok duyduğumuz sözlerden biri “Dayak cennetten çıkmadır.” idi. Babamın beni Kalfat’a götürmesinin bir nedeni de o çocuk hâlimle Hüseyin Hoca’dan yediğim tokat olmuştu. Hocanın damında ders yaptığımız bir gün, yaramazlık mı yaptım, dersi mi bilemedim, artık ne olduysa yüzüme sert bir tokat vurdu. Tokatı yememle damdan aşağı, hayvan pisliklerinin üzerine düşmem bir oldu. Üstüm başım pislik içinde kalmıştı. Gerçi o pisliğin üstüne düşmem bir açıdan da iyi oldu. Oraya değil de bir başka yere düşseydim bir yerlerim kırılabilirdi. O hâlimi gören annem hocaya çok kızdı: “Kör olasıca, bacak kadar bebeye böyle vurulur mu!” diyerek bir daha beni onun yanına göndermeyeceğini söylemişti. Hatta Hüseyin Hoca’nın o tokadından sonra kulağımda ağrı olmuştu. Görünür bir arıza olmadığı için ne olduğunu pek anlayamamıştım.

      Daima ara, bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun.

Cenap Şahabettin

      Hasan Hoca Eski Düzenin Sembolüydü

      Türkiye, 1923’te eski düzeni değiştirdiğini bütün dünyaya ilan etmişti. Yapılan bu ilanla eski anlayışın da