Hasan Yılmaz

Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı


Скачать книгу

un, bulgur, yarma, dene gibi yiyecekleri kaldığım eve veriyorlardı.

      Hoca öğrencileri gönüllü okuttuğu için genellikle ona para falan verilmezdi. Sadece, isteyen bal, yağ gibi yiyecek götürürdü. Bizim balımız çoktu, babam tencerelerle bal getirirdi. İneklerimiz olduğu için yağ da getirirdi. Benim kaldığım eve de getirir, çekmeceme koyardı. Ben derse gittiğim zaman çekmece evdekiler tarafından kırılır, içindeki yiyecekler alınırdı.

      Aslında Karaların evi kalabalık sayılmazdı. Evde bir dede, bir ebeden başka, halamın yetim kızlığı vardı. Bir de ben gitmeden önce halamın Güldane adlı bir kızı doğmuştu. Onun ardından, benim orada olduğum sene bir de Menekşe adını verdiği kızı dünyaya gelmişti. İki göz evde altı kişi kalıyorlardı. Yiyecek ekmeği zor bulan bu insanların kendilerine ait yatakları da yoktu. Halamın küçük çocukları Güldane ve Menekşe, benim yatağımda ayak uçlu, baş uçlu yatıyorlardı. Öbür odada ebeler, dedeler ve bekârlar yatıyordu. Ev, bugünkü gibi camlı, pencereli değildi, ambar gibiydi. Ne yanlarında ne üstünde pencere vardı. O yüzden kışın ev sıcaktı. Sabah olduğunu uykumuzun kanmasından anlardık. Yaz aylarında, günümüz dışarda geçse de kış mevsiminde gündüzleri evde zor durulurdu. O yüzden ezber yapmak istediğimiz zaman odalara giderdik çünkü odalar sıcak olurdu.

      İkinci Dünya Savaşı ve Kıtlık Yılları

      Hafızlık eğitimi için Kalfat köyüne gittiğim 1942 yılının başları, dünya ve Türkiye için olağanüstü bir dönemdi. Türkiye, yirmi yıllık bir barış döneminden sonra yeniden savaş şartlarını yaşıyordu. O yıllara damgasını vuran olay, etkisi güçlü biçimde hissedilen büyük savaştı. Bir yandan uluslararası alanda yaşanan bunalımın etkileri, bir yandan da her an çatışmaya girme ihtimali bulunan bir orduyu ayakta tutma kaygısı ülkeyi baskı altına almıştı. 40’lı yılların başında savaşın yan etkisi kıtlık, fiyat artışları ve vurgunculuk şeklinde toplumun karşısına çıkmıştı.

      Şevket Süreyya Aydemir o dönemi şöyle anlatıyor:

      “Savaş döneminde ordunun giderek büyüyen buğday ihtiyacına karşılık, çok sayıda çiftçi askere alındı. Ayrıca üretimde kullanılan hayvanların bir bölümüne devlet el koydu. Böylece zirai üretimde ciddi düşüş meydana geldi. Üretimdeki azalmaya paralel olarak devletin vergi gelirlerinde de ciddi düşüş yaşandı. Zirai üretimdeki düşüşün günlük yaşamdaki yansıması kıtlık oldu. Bu nedenle bir çok yerde, okul bahçelerinde bile buğday, patates gibi bitkiler yetiştirmek zorunda kalındı. Kırsal alanda yaşayanlar yiyecek temin etmekte zorlanırken, kentlerde yaşayanlar da kâğıt ve benzin gibi dışa bağımlı alanlarda önemli sıkıntılarla karşılaştı.

      Benzin yokluğu nedeniyle bir süre taksiler için tek-çift plaka uygulamasına geçildi. Buna benzer biçimde, kâğıt yokluğu gerekçe gösterilerek gazetelerin dört sayfadan fazla çıkması yasaklandı.

      Devlet-halk ilişkisinde günümüze kadar süren aşınmanın derinleştiği yıllar da bu döneme denk gelir. Günümüzde şehir efsanesi gibi anlatılan ve ‘Milleti kendi malının hırsızı yaptılar.’ diye dilden dile aktarılıp gelen uygulamaların başlatıldığı 1940’lı yılların başında Millî Korunma Kanunu çıkarılmıştı. Devletin geleceğini kurtarmak adına çıkarılan bu kanuna dayalı uygulamalar, insanların sosyo-kültürel davranışlarının yönlendiricisi olmuştur.

      18 Ocak 1940’ta kabul edilen bu yasa, savaş yıllarının en etkili ve önemli düzenlemesiydi. 1941 yılı boyunca yaşanan ekonomik gelişmeleri, bu belgenin çizdiği çerçeve belirledi.

      Millî Korunma Kanunu ile savaşa girme ihtimalinin olduğu durumlarda hükûmete bütün ekonomiyi denetim altına alma yetkisi verilmişti. Kamu yönetimi bu yasayla üretimi, tüketimi denetlemek, fiyatlar üzerinde sınırlamalarda bulunmak, çalışma süresini belirlemek ya da çalışma yükümlülüğü koymak, kira denetimi getirmek gibi yetkilere sahip olmuştu. 1941 yılı boyunca etkisi hissedilen Millî Korunma Kanunu uygulamaları büyük sermayeyi koruyan, küçük üreticiyi ise olumsuz etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Halk, üzerinde ağır baskı yaratan ekonomik politikaların, daha çok şartların zorlaması sonucunda ortaya çıktığını hiçbir zaman anlayamadı.

      Giderek ağırlığını artıran ‘iaşe’ sorununu çözmek için hükûmet 1941 yılında yeni bir girişimde bulundu. Çiftçilere, geçimlik ve tohumluk olarak ayırdıklarının dışında kalan hububatı Toprak Mahsulleri Ofisine satma zorunluluğu getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi eliyle gerçekleştirilecek alımlarla un stokunun meydana getirilmesi amaçlanmaktaydı. Millî Korunma Kanunu çerçevesinde uygulanan bu zorunlu satış çok düşük fiyatlarla gerçekleştirildi.

      Basında, Toprak Mahsulleri Ofisinin kilo başına 8-8,5 kuruş vereceği haberlerinin çıkmasına rağmen alımlar için öngörülen bedel 5 kuruşa kadar düştü. Piyasa fiyatının oldukça altında gerçekleşen bu alımlar kısa sürede karaborsacılığa yol açtı. Küçük üreticiler genelde bu uygulamanın mağdurları olurken, daha büyükler, zorunlu satın alma uygulamasından kaçırdıkları mahsulle birikimlerini artırdılar. Sonuç olarak bu uygulama da iaşe sorununa çözüm olmadı. Buğday, arpa gibi tahıl ürünlerinin fiyatları yükseldi ve sonunda, 1942 yılında ekmek için karne uygulamasına geçildi. Savaş boyu süren bu uygulamalar, nüfusun yüzde seksenini oluşturan köylü üzerinde ağır baskı yarattı ve günümüzde dahi etkisi belirgin şekilde hissedilen politik kırılmaların temeli atılmış oldu.

      Savaş şartlarının tahribatından kurtulmak için alınan önlemlerin Türkiye’nin sonraki dönemlerine yapacağı etki o yıllarda akla gelmemişti. Savaşın yarattığı olağanüstü şartlar, olağan dışı uygulamaları da gündeme getirdiğinden, insanların bilinçaltı da bu şartlara göre şekillenmişti. O yıllarda en çok sıkıntısı çekilen hususlardan biri de yetişmiş insan gücü idi. Bu durumun kamu hizmetlerini aksatmaması mümkün değildi.

      İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz şartlarının en önemli etkilerinden biri 1940 yılında başlayan sıkıyönetim uygulamalarıdır. İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli illerinde 23 Ekim 1940 tarihinde bir ay süreyle ilan edilen, iki kez üç ay, bir kez de altı ay uzatılan sıkıyönetim, 18 Aralık 1941’de altı ay daha uzatıldı. Savaşın günlük yaşamdaki etkisi özellikle sıkıyönetim ilan edilen yerlerde pasif müdafaa dedikleri tatbikatlarla daha belirgin şekilde görüldü.

      Örneğin Alman ordusunun Balkanları işgalinden sonra bir önlem olarak İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale’de oturan vatandaşların Anadolu’ya geçmeleri, böylece muhtemel bir savaştan sivillerin en az zararla kurtulmaları sağlanmak istenmiştir. Sıkıyönetim altındaki bu illerde yaşayanların, Sıkıyönetim Komutanlığı ve İstanbul Valiliğinin tebliği ile Anadolu’nun diğer yerlerine taşınması gündeme gelmiştir.

      Büyük savaşın yoğun biçimde sürdüğü 1941 yılının Mayıs ayında, yalnızca ülkedeki gayrimüslimleri kapsayan gizli karar doğrultusunda 18-45 yaş arasındaki gayrimüslimler askere alındı. Çok güç şartlar altında geçen askerlik dönemi 27 Temmuz 1942’de sona ererken, bu kararın ardından Varlık Vergisi gündeme geldi.

      İkinci Dünya Savaşı’nda kırsal kesimin üzerinde, arazi vergisi, hayvan vergisi ve yol vergisi olmak üzere üç tür vergi yükü bulunmaktaydı. Savaşla birlikte oranları da yükseltilen bu vergiler özellikle küçük çiftçiler üzerinde ağır yük oluşturuyordu. Örneğin 1941 yılında, bir çift öküz için devlete verilmesi gereken vergi yirmi kilo buğday fiyatına denk geliyordu. 1941 yılında savaş döneminin bu genel eğilimi sürdürülmüş, olağanüstü koşullar altında bozulan dengeleri düzeltmek için var olan vergilerde artırıma gidilmiş ya da yeni vergiler getirilmiştir.

      Yıl