Hasan Yılmaz

Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı


Скачать книгу

okuduğum Kalfat‘ın eski adı Halfet idi. Orta ilçesinin eski adı da Kari Pazarı idi. Osmanlı döneminde Kalfat dâhil bütün yerleşim yerlerinin çok detaylı kayıtları tutulmuştur. Öyle ki köylerdeki sülale ve kişi isimlerinden tutun da hane, hayvan, asker sayılarına kadar her konu belirtilmiştir. İleri gelen kişiler ve vakıflar kayda alınmıştır. 1530’lu yıllarda; bağ bahçe, çayır, mescit, cami, medrese, hamam, kervansaray, çiftlik, değirmen, muallimhane (öğretmen evi-lojman) ve dükkânlara dair hemen hemen bütün bilgiler mevcuttur.

      Aynı kayıtlarda Kalfat dâhil bütün yerleşim yerlerinin, adlarını Türk boylarından veya oraya yerleşen bey isimlerinden aldıkları görülür. Bunlar: Salur, Dodurga, Yuva, Kızılsakal, Erkeç, Kayı, Hacılar, Ören, Eymür, Türkmen gibi isimlerdir. Yine aynı kaynaklarda bugünkü Kalfat arazisinin o yıllarda ormanlık alanlardan oluştuğu belirtilmektedir. Dumanlı Dağları’nın bazı yüksek kısımlarında seyrek bitki örtüsü olduğu ve dolayısıyla bugünkü yayla yerlerinin aşağı yukarı o dönemde de kullanıldığı arşiv kayıtlarında yazılıdır. Yörede yaylalık alanlar hemen hemen sadece Kalfat arazisinde bulunmaktadır.

      Üç şey sürekli kalmaz; ticaretsiz mal, tekrarsız bilgi, cesaretsiz iktidar.

Sadi

      Hafız Olmak İçin Sabırla Ezber Yapmak Gerekiyor

      Eskiden kışlar daha soğuk geçiyordu. Kasım ayı gelince evlerde sobasız oturulamıyordu. Biraz da bizim oraların rakımının yüksek olmasının bunda etkisi vardı. Ben de o aylarda gittiğim için soğuktan dolayı dışarıda ders yapamıyordum. Sabah erken kalkıp, evde çıra ışığıyla ders yapıyordum. Gündüzleri, benden bir yıl önce hafızlık eğitimi için Kalfat’a gitmiş olan Hatipgilin Mehmet’in kaldığı eve gidiyordum. O daha sıcak bir evde kalıyordu. Hatipgilin Mehmet benden bir yıl önce gitmesine rağmen hafızlığa birlikte çalışıyorduk. Benden sonra da Akmangillerin Sarı Hafız gelmişti. Hocalarımız ayrıydı. O Hafız Sadık’ta ben de Hafız Tığlı’da okuyordum.

      Köyde Hafız Kasım, Hafız Sadık, Hafız İdris’ten başka, ismini hatırlamadığım başka hafızlar da vardı. Bunlar köyde bulunan dört beş ayrı odada ders verirdi. Bu insanların ne cemaatle ne de tarikatla işleri vardı. Tek işleri Kur’an öğretmekti. Onların yanında yetiştiğimiz için bizim de öyle cemaatlerle, tarikatlarla bir ilgimiz olmadı. Ne kurslarına gittik ne de dergâhlarına girdik. Bugün çok popüler olan bu cemaat ve tarikatlar, o zaman öyle yaygın da değildi. Olsalar bile bizim o taraflarda pek yaygın değillerdi.

      O yıllarda, Kalfat’ta hemen her hafız hiç yoksa kırk elli talebe okuturdu. O zaman elif cüzü okunmasına kızarlardı. Köye gelen her devlet memuru aynı zamanda denetim görevlisi gibi çalışırdı. En çok jandarma gelirdi. Bir de tahsildarlar vardı ki onlar da denetim yapar gibi gelip bakarlardı. Jandarma, hocayı sıkıştırırdı.

      Gelenlerin Arapça öğretmediğini düşünmeleri için hoca tahtaya yeni harfleri de yazar, “Ben Arapça değil, namaz surelerini öğretiyorum.” der, memurları gönderirdi. Zaten ders yaparken kapıda bir talebe nöbet beklerdi. Biri gelecek olduğunda cüzleri altımıza koyardık.

      Denetime gelenler, namaz suresi öğrenmemize bir şey demezlerdi. Arapça, Farsça öğrenen olursa onlara kızarlardı. Arap harflerinin, latin harflerinin yerine yazışma dili olarak kullanılmasını kabul etmezlerdi. Odaya bir de tahta koyardı hoca, “Ben bunlara yeni yazıyı da belletiyorum.” derdi. Görevliler, “Tamam hocam, Arapça bellemesinler, namaz surelerini belleyebilirler.” diyerek giderlerdi.

      Esasında jandarma öğrencileri kontrol etmez, hocayla muhatap olurdu. Hocanın beyanına itimat ederlerdi. Hoca kendisi de bilmezdi ama korkusundan tahtaya “A, B, C” yazardı. Böylelikle denetleyenler atlatılırdı.

      Eski Usulle Öğrenmek Zordu

      Yasaktan dolayı mı yoksa hocaların metodu öyle olduğu için mi bilemiyorum biz Kur’an’ı yazarak öğrenmiyorduk. Okuyarak öğreniyorduk. Hoca sesleri gösteriyordu, bizler de tekrarlayarak öğreniyorduk. Kimi Arapça harfleri heceleyerek öğreniyordu, heceyi geçenler hocanın okuduklarını tekrarlayarak öğreniyordu. Aynı usul Kur’an öğretiminde yıllarca devam ettirildi. Bugünkü Kur’an kurslarında bu uygulama devam ediyor mu bilmiyorum. Yazarak eğitim almış olsaydık, sanırım hem daha hızlı öğrenmiş olurduk hem de yazıyı öğrenirdik.

      Kendi köyümüzde Hüseyin Hoca’ya gitmiştim ama Kalfat köyüne gittiğimde Kur’an öğrenmeye elif cüzüyle yeniden başlamıştım. Bir yılda Kur’an’a geçtim. O zaman öyle dersler kolay geçilmiyordu. Bilmiyorum kafamız mı çalışmıyordu, hocalar mı okutamıyordu(!) Ben altı ayda, bir senede zor söktüm Kur’an’ı.

      O zamanlar harfleri heceleyerek ve birbirine vurarak öğreniyorduk. Bu heceleme işini Amme Cüzü’nü bitirene kadar yapıyorduk. Amme Cüzü’nü heceleye heceleye okuduktan sonra Vel Mürselat Gurka’ya geçtiğimizde Kur’an’ı okumaya başlıyorduk. Tabii ilk başlarda yavaş yavaş okuyorduk.

      Günümüzde uygulanan eğitim yöntemlerine baktığımda, bizim zor bir yöntemle öğrenim yaptığımızı anlıyorum. Belki de kimsenin acelesi olmadığından, biz çok yavaş öğreniyorduk. Hoca sana bir ders veriyor, eve gidiyorsun, ders çalışacaksın ama bilemediğin yeri soracağın kimse yok. Kimse bilmiyor. Üstelik kimse de öğrenmeye çalışmıyordu. Talebeler hocadan ne öğrendiyse onu birbirine öğretiyordu. Öğrenmemiz biraz da bu nedenle zor oluyordu.

      Kur’an öğrendiğimiz odalar, köyün ileri gelenlerine aitti. Ders çalışmak için genellikle sabah namazından önce kalkardık ama namaza gitmezdik, oturur ezber yapardık. Nedense o zaman hiç namaza gitmezdik. Odada ders yaparken öğle namazına giderdik ama hoca bizi mecbur kılmazdı namaz kılmaya. Şimdi bazı kurslarda çocuklara yapıldığı gibi o zaman namaz kılmamız için bizlere baskı falan yapılmazdı.

      Dersini yapan, hocanın yanına gelir, dizinin dibine oturur, öğrendiklerini anlatırdı. Dersini iyi öğrenen talebe, hocanın yardımcısı gibi olur, az bilenlerin dersiyle onlar ilgilenirdi. Çocuklar birbirlerini okuturdu. Hoca da iyi hafızları dinlerdi. Öğrenciler, modern okullardaki gibi derse hep birden gelmez, hep birden dağılmazdı. Dersini öğrenen giderdi.

      Unutulmak istemiyorsan, ya okunacak şeyler yaz ya da yazılmaya değer şeyler yap.

Benjamin Franklin

      Hafızlığa Gitmemin Esas Nedeni Geçim Derdiydi

      Şimdi olduğu gibi o dönemde de ilkokula gitme zorunluluğu vardı. Çocuğunu okula göndermeyen velilere para veya hapis cezası veriliyordu. Parası olan cezayı yatırıyordu. Olmayan bir ay hapis yatıyordu.

      Ben Kalfat’a gittikten sonra babamı okula çağırıp beni okula göndermesini istemişler. Babam da benim Kalfat’a okumaya gittiğimi söylemiş. Bunun üzerine babama bir ay hapis cezası vermişler. Babam kıyafetlerini giymiş, Şabanözü’ne gitmiş ve bir ay hapis cezasını çektikten sonra köye dönmüş. Bu durum, Kalfat’ta kaldığım beş yılın iki yılında aynı şekilde devam etmiş.

      Çocukluk idrakim bunu anlayacak düzeyde değildi ama babamın beni hafızlığa göndermesinin nedeni, Hasan Hoca’nın, “Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!” sözü gibi görünse de esası geçim kaygısına dayanıyordu. O zamanlar köylerde hafızlık çok yaygındı. İnsanlar hocalığa meraklıydı. Halk hocalara itibar ediyordu. Hocaların geçim telaşı daha azdı. Gittikleri yerde aç kalmıyorlar ve geçimlerini temin edebiliyorlardı. Toplumda sosyal statü elde ediyorlar ve gelecek endişesi taşımıyorlardı. İşin özü de aslında buydu.

      Eğer okumaya gitmeseydim, babam ayrı bir eve çıkmama izin verene kadar onun gölgesinden ayrılamayacaktım. Nitekim köydeki bir