Hasan Yılmaz

Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı


Скачать книгу

dürerdi, üstüne bir bardak su içer, kafayı vurup yatardı.

      Çayın adını duymazdık bile. Doğru dürüst beslenme nedir bilmezdim. Karnımın doyduğunu hiç hatırlamam. Bu yüzden gözlerim açıldıktan sonra Karaların evinde kalmak istemedim ama halam evden ayrılmama razı olmuyordu çünkü ben evde kaldığım için babam onlara erzak getiriyordu. Babam köye geldiğinde, Akbaba’nın hizmetkâr durduğu Çakıroğulları’nda kalıyor, ertesi gün eşeğine binip dönüyordu.

      Dünya Savaşı oluyormuş, Türkiye’de kıtlık hüküm sürüyormuş, bunlara bizim pek aklımız ermiyordu. Biz yaşadığımız şartları biliyorduk. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum ve görebildiğim, evin her tarafından yoksulluğun döküldüğü idi.

      Karaların evinden ayrılmak istemem üzerine babam beni çayın karşısında bulunan Hafız Tığlı’nın ders verdiği yakaya getirdi. O zaman köyün ortasından gürül gürül çay akıyordu. Akan çay, Çerkeş tarafından, Dumanlı Dağlar denilen yerlerden doğar, köyün içinden de geçerek Kırksakal, Dodurga, Büğdüz köylerine doğru giderdi. O yıllarda suya ayağımızı basıp geçemezdik. Bu yüzden köyün iki yakası arasında ulaşım iki ayrı köprü ile sağlanıyordu. Ben de Karaların evinden ayrılmakla aşağı köprünün bir yakasından öbür yakasına geçmiş oldum.

      Karaların evinden ayrıldıktan sonra babam lakabı Kuduruk olan İbrahim Efendi’nin evini buldu. Adam çok asabi olduğu için ona Kuduruk derlerdi. Bize bir zararı yoktu. Üstelik çok iyi ata binerdi. Adamın iki de kızı vardı.

      İnsanlar, sevap olur diye yanlarında kalması için köy dışından gelip hafızlık yapmak isteyen öğrencileri almak isterlerdi. Hocaya da o şekilde tembih ederlerdi. Babam da onların bu isteğini duyup, beni onların yanına vermişti.

      Kuduruk İbrahim’in evine geldiğimde Kalfat’taki ikinci seneme girmiştim. Bir iki ay sonra kış mevsimi başlamıştı. Kar yağdığında Kuduruk İbrahim’in atını sulamaya götürürdüm. Yaşım oyuna elverdiği için beni kızak kaymaya da götürürdü. Kış mevsimi geçtikten sonra yaza doğru Kuduruk İbrahim, karısı Fidan abla ve iki kızı ile Dumanlı Dağ tarafına yaylaya çıkardı. Orada yağ, yoğurt, peynir yapıp köye yollardı.

      Kuduruk İbrahim’in Yaşar adlı bir de oğlu vardı. Askerlik çağı gelmişti. Bu yüzden babası yayladayken karısı Kezban ablayı evde bırakarak askere gitti. Kezban abla benden altı yaş büyüktü. Çok merhametli bir insandı. Her durumda beni korurdu. Bu yüzden Kuduruk İbrahim’in evinde kaldığım iki yıl boyunca çok rahat ettim.

      Orada kaldığım sürece talebeliğimi Hafız Tığlı’nın yanında devam ettirdim. Hafızlığımı bitirdiğim yıl da Hafız Tığlı vefat etti. Onun öldüğü sene Kuduruk İbrahim de hastalanıp yatağa düşmüştü. Hastalığı sebebiyle iyice asabi bir insan olup çıkmıştı.

      Kuduruk İbrahim’in evi iki katlıydı. Bana evin üst katında bir oda verdiler. İlk defa kendime ait özel bir odam olmuştu. Benden başka kimse girip çıkmazdı fakat evlerin tabanı ahşap olduğu için gecenin sessizliğinde odadaki yürüyüşüm bile adamı rahatsız ediyordu. Bana bir şey demiyordu ama benim yüzümden karısını, gelinini azarlıyordu. Bu sebeple Kuduruk İbrahim’in karısı Fidan Ana’ya, “Fidan Ana, ben buradan gitsem…” dedim. O da “Oğlum gitmesen iyi olur ama burada kalırsan ben sana doğru dürüst bakamam. Onun için seni Hasan Dayı’ya verelim. Hasan Dayı’nın bir tek çocuğu var. Hâli vakti de yerinde. Hafızlığını da bitirdin. Artık hafızlığını kuvvetlendireceksin.” dedi. Bunun üzerine yatağımı yorganımı yüklenip Hasan Dayı’nın evine gitmek zorunda kaldım.

      Ben evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Kuduruk İbrahim hayatını kaybetti. Oğlu Yaşar da askere gitti. O evin düzeni hepten bozuldu.

      Kaldığım evlerin özel misafiri gibi değildim. Evdekilerle birlikte yer, onlarla birlikte iş görürdüm. Sadece ders çalıştığımda ve hocaya gittiğim zamanlar bana karışılmazdı. Onun dışında evde çocuklara ne iş düşerse ben de o işi yapardım.

      Hafız Tığlı’nın vefatı üzerine onun talebeleri Hafız Sadık’a gitti. Hafız Sadık’ın yanında bir yıl kadar okuduktan sonra Kalfat’ta dört yılımı doldurdum. Hafızlığı bitirdikten sonra bir iki ay köyde dinlendim. Daha sonra babam geldi ve “Gel seni Üyük köyüne götüreyim.” dedi.

      İnsanın mutluluğunun temeli hak ve adalet konusunda toplanır.

      Bir insana yapılan haksızlık bütün toplumu yaralar.

      Hak ve adalet hissi bireylerden başlamalıdır.

      Ve insan, bireyin mutluluğunun, kendi mutluluğu için şart olduğuna inanmalıdır.

Pascal

      Kundura Giymek Herkesin Harcı Değildi

      Şimdiki çocukların ya da gençlerin yaptıkları gibi bizler, mızmızlık etmez, kapris nedir bilmezdik. Yok ayakkabım eskidi, yok elbisem yırtıldı demezdik. Şimdiki gibi konfeksiyon ürünleri yoktu. Erkek ya da kadın terzi yoktu, makine yoktu. Herkes elbisesini kendi dikerdi. Kastamonu’dan bir top gök bez alırlardı; köyde Gülşen teyzem gibi bazı kadınların elleri dikişe yatkın olduğu için biçki dikiş işini onlar yaparlardı. Bir gün bacağımıza don, bir gün üstümüze gömlek dikerlerdi. Terzilik diye bir şey yoktu. Her şey elle dikilirdi. Arakçın gibi güzel şapkaları, bindallı gibi özel düğün kıyafetlerini falan da kadınlar elleriyle dikerlerdi.

      Çocukken yeni denilebilecek bir kıyafetim hiç olmadı. Köyden çıkarken giydiğim elbiseleri Kalfat’ta da giymeye devam ettim. Zaten herkes gibi ben de ne bulursam onu giyiyordum. Kimse birbirine karşı böbürlenmez, kibirlenmezdi. Takım elbise diye bir şey de bilinmezdi. Elbisenin bir yeri söküldüğünde ya da yırtıldığında üzerine bir yama vurulurdu, eskiyince bir yama daha vurulurdu. En çok da elbiselerin dizi ve dirseği eskiyordu. Eskiyen yerlere üç dört sefer yama vurduğunda o kıyafet bize üç dört sene gidiyordu.

      Geleneksel ayakkabımız çarıktı. Çarığı herkes yapardı. Daha çok da deri toplayıcıları yapardı. İnsanlar Şabanözü’ne gittiklerinde çarık dikenlere gider, beş on kuruş verir, öküz derisinden bir çift çarık alırlardı. İnsanın ayak tabanından biraz daha geniş olurdu çarığın derisi. Parmak ve topuk tarafı sırım ile büzülerek ayağa giyilecek hâle getirilirdi.

      Çarık dikmek için bir inek ya da öküz derisi olması yeterliydi. Bir hayvan kesildiği zaman derisi boydan boya şerit şerit dilinirdi. Yirmi ya da otuz santim gibi eşit boylarda dilinen deriler kurutulur ve ayak boyuna göre şekillendirilirdi. Yaz kış hep çarık giyilirdi. Yazın kuru havalarda sorun olmazdı ama kışın ayaklarımız hep ıslanırdı. Ne yapılsa bunun önüne geçilemezdi. Başka çare olmadığı için yine de giyilirdi. Ayağımıza ot çöp batmasına mâni olurdu.

      O yıllarda kundura giymek her insanın harcı değildi. Kundurası olan kişi parmakla gösterilecek kadar azdı. Ben de Kalfat’a babamın diktiği çarıklarla gitmiştim. O çarıkları altı ay giymiştim. Altı ay sonra babam bir değirmen kiralayınca, köye olan özlemimi gidermem için bir süreliğine beni de yanında götürdü. Evin küçük çocukları genellikle en kıymetli olurlar ya, babam için ben de biraz öyleydim. Bundan dolayı beni mutlu etmek için pazardan bir kundura aldı. Kunduranın altı kabaralı idi. Kabaralı kundura, üst üste dikilmiş kösele taban üzerine çakılmış ahşap dişli kundura idi. O ayakkabılarla köyde tıkır tıkır yürüyordum. Ereğez’de kundura ayakkabı giyen ilk çocuk ben olmuştum. O zaman köydeki bütün çocuklar benim ayağımdaki kunduraya bakmaya gelmişti. Kimsede yoktu. Şu bildiğimiz soğuk kuyu lastikleri var ya! O zaman yeni çıkmıştı. Öyle meraklandım ki giymeye can atıyordum. Çünkü köyde bazı çocukların ayağında görüyordum. İşte o lastiklerden