Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın


Скачать книгу

son bulacak, oraya çelenk koyup dağılacak biçimde yürüyüşe geçerlerdi. O yürüyüşte en kalabalık grup olmak fevkalade önem taşırdı. Bu gelenek 1970’li yılların ortasına kadar düzenli bir şekilde devam etmişti. Ama o süreçte anarşi, sağ sol kavgası derken birçok şey çığırından çıktığı gibi bu gelenek de bozuldu. Kavgaya, gürültüye, çekişmeye sebep olur diye, bana göre fevkalade güzel, canlı bir nitelik taşıyan bu âdet de ortadan kalktı.

      İnsan Türk siyasetinin yanı başında yaşayınca sosyal olaylara, şehirlerdeki değişikliklere, inişlere çıkışlara, günlük hayattaki, âdetlerdeki değişikliklere de şahit oluyor. Benim tanıklık ettiğim bir olay da İzmir’in giderek sönükleşmesidir. Bu durum ekonomik yapıyla ilgili.

      O zamanlardan itibaren İstanbul’un ekonomik anlamda baskın bir güç oluşu, Ege’yi ve İzmir’i de kuşatan bir sürece mi dönüştü?

      Doğrudur. İzmir’de tarım ürünleri ihracatı ön plandaydı. Sanayisi de tarıma dayalıydı. Tütün, pamuk, zeytinyağı hatta krom, ekonomide ağırlıklı bir paya sahipti. İzmir’in ekonomik gücünün, üçüncü büyük şehir oluşunun önemi buradan ileri geliyordu. Ama sanayileşmede İstanbul’un yaptığı atak, Marmara Havzası’nın devreye girişi hatta Anadolu’da kendi başına sanayileşmiş şehirlerin gelişimi ve bir de İzmir’in kendi ekonomik kaderini hem ticaret hem sanayi olarak tarıma bağlamış olması, tarımın da giderek Türkiye’de önemini kaybetmesi, bu sonucu doğurdu. 1950’li yıllarda, Çukurova ağırlıklı olmak üzere “pamuk ağaları”, “beyaz altın” gibi mefhumlar dile getirildi; böyle bir edebiyat, karikatür geleneği oluştu. İzmir’in ekonomisini canlı tutan eğlence yerlerine, lokantalarına, balıkçılarına kadar habire müşteri sunan sektör tarım sektörüydü, pamuk tüccarıydı. Aydın’ından, Manisa’sından, ilçelerden akın akın İzmir’e gelirlerdi. Genel anlamda Ege şehirlerinde ekonomik gelişme yine tarıma bağlıydı. Ancak tarım giderek önem kaybettikçe, Türkiye’nin millî geliri içindeki payı küçüldükçe, İzmir giderek daha az rekabet edebilir hâle geldi. Mesela bir Çukurova, Adana, sanayide çok daha önemli atılımlara şahit oldu. Tabii orada muhakkak Sabancıların da Adanalı olmasının çok büyük bir rolü var. Bu itibarla İzmir’in önemini kaybedişi, tabii İzmir Fuarı’na da bir şekilde yansıdı. Her yıl 20 Ağustos’ta düzenlenen İzmir Fuarı’nı bazen başbakanlar açmıştır. Genelde her yıl ticaret bakanı açardı. Bakan gelip fuarı açar ve ekonominin bir yıllık muhasebesini orada yapardı. O zamanlar tabii böyle borsa falan yoktu ama yine de “piyasa” derdik. Türkiye’nin sanayicisi, çiftçisi can kulağıyla o konuşmayı dinlerdi. Memleketin ekonomisinde neler oluyor, neler olabilir; hükûmet politikalarında değişiklik olacak mı olmayacak mı gibi konular gündeme gelirdi. Bazı yıllarda, fiyat politikalarından ve başka şikâyetlerden dolayı bayağı tepki gördüğü de olurdu gelen ticaret bakanının… Öyle bir durumda, “İşte bak, bu hükûmet de bu iktidar da artık zayıfladı. Bu, siyasetin değişmez bir koşuludur.” deniliyordu, denilebiliyordu. İzmir’in siyasette de bir ağırlığı vardı o zamanlar. Hatta İzmir’i alanın seçimleri de kazanacağı düşünülürdü. Bu kanaat, biraz da Demokrat Partinin o muhitten kopup gelen bir hareket olması nedeniyle ortaya çıkmıştı.

      Gerek 20 Ağustos’ta Fuar’ın açılışı sırasında, gerekse 9 Eylül günü halkın katılımı zirveye çıkıyordu. Fuar’ın en önemli özelliklerinden biri de çeşitli ülkeleri kapsaması, enternasyonel olması ve orada farklı ülkelerin sanayi ürünlerinin teşhir edilmesiydi. Fuar bu yönüyle, özellikle traktör, zirai alet gibi alanlarda çok aydınlatıcı, yol gösterici olmuştur. Hatta bir dönem Gümrük Kanunu’nda, getirilen malların, geri götürülmek istenmiyorsa orada satılmalarına imkân veren özel bir madde vardı. Ürünlerin bir kısmı da bu şekilde satılırdı. Müşteriler bazen bu ürünlere hücum ederdi. O vakit Türkiye’de ithalat bir hayli kısıtlıydı. Orada satılan traktör benzeri araçlara çok rağbet olurdu. İnsanlar gelip orayı gezerlerdi ve tabii birinin köyünden kalkıp İzmir’e gelmesi, İzmir’de gezmesi, eğlenmesi, iki üç arkadaşıyla sahilde oturup balık yemesi, rakı içmesi, o zaman için inanılmayacak kadar güzel bir hayaldi, âdeta başlı başına bir büyü gibiydi. Mutlaka sanatçılar da fuara giderler, sahne alırlardı. İzmir Fuarı’na gitmeyen sanatçı olmazdı. Böylece 20 Ağustos – 20 Eylül tarihleri arasında İzmir ve tüm Ege Bölgesi’ne büyük bir canlılık gelirdi. O bölgede illerin kurtuluş günleri birbirlerine yakın tarihlerde hâlâ kutlanır. Mesela 7 Eylül Aydın’ın, 6 Eylül Nazilli’nin kurtuluş günüdür. Bu tarihler, bir iki ilimizin dışında, hayli canlı bir şekilde hâlâ kutlanmaktadır. Ama o vakit bütün bu kutlamalar çok daha ileri derecedeydi ve canlıydı.

      Sizin İzmir’le duygusal bir rabıtanız da var. 1950 yılında ailenizle İzmir’e gidişinizle ilgili söz açılır açılmaz, İzmir’in dünyanızda, gönül dilinizde farklı bir karşılığı olduğu anlaşılıyor. Peki yeniden çocukluğunuza döndüğümüzde, örneğin siz, başbakanın oğlu olarak ilkokula başladınız. Nasıl bir duyguydu? Okula gittiğinizde, sınıfa girdiğinizde neler yaşadınız, öğretmeninizle ilişkiniz nasıldı? Anneniz yanınızda mıydı, babanız sizin ilk gününüze iştirak etti mi? Bir başbakan çocuğunun okula başlaması büyük bir seremoniyi beraberinde getirmiştir muhtemelen.

      Şimdi bu sorunuz benim hayatım için bir hayli önemli bir soru. Belirli bir hikâyeye dayandığı için uzun bir cevap olacak. Ancak bir yerinden başlamak lazım. Benim ilkokula başlama serüvenimden önce, sorunuzda yer alan bir hususa parantez açıp bir şeyler söylemem lazım. Bu anlatacaklarım, hayat dediğimiz bu koca serüvenin içerisinde benim yerimin, ailemin, ağabeylerimin, genel anlamda soyumuzun anlaşılabilmesi açısından önemlidir. Bunun için üzerinde duracağım. Şımarık olmamak, başbakan, başvekil oğlu gibi davranmamak, bunu kimseye belli etmemek, hiç kimseye bunu hissettirmemek; asla büyüklük taslamamak, “Ben başbakan oğluyum!” diye bunu bir imtiyaza dönüştürmemek, bundan dolayı kimseden bir şey istememek, bunu bir hak olarak görmemek, iltimastan kesin bir şekilde uzak durmak, yapılırsa da direnmek ve kabullenmemek… Bize hep bunlar telkin edilmiştir. Benim büyük ağabeyim, benden on altı yaş, ortanca ağabeyim de dokuz yaş büyüktü. Allah ikisine de rahmet eylesin… Tabii çocukluğum babamın başvekilliğine rastladığı için belki de bu telkinler en fazla bana yapılmıştır.

      Bir anlamda da sırtınızda küfe taşıyorsunuz, yumurta küfesi gibi bir şey bu, onu yapma, bunu yapma gibi…

      Evet, bunları duyunca ciddi bir sorumluluk hissi başlıyor. Şöyle ifade edeyim; bunları bir günden bir güne babam bize söylememiştir. Bunları hep annem telkin etmiştir.

      Bu sizi tedirgin edecek bir noktaya geldi mi? Bu kadar çok telkin karşısında hata yapabileceğinizi düşündünüz mü?

      Hayır hiç öyle olmadı. Bundan çok büyük bir haz duydum. Çünkü ortada bir örnek vardı. Başbakan olan kişi gözünüzün önünde. Kendisi “Ben başbakanım!” diye büyüklük göstermiyorsa, tafra satmıyorsa; insanlarla çok sıcak, alçak gönüllü ilişkiler içerisindeyse; o zaman önünüzdeki örnekle, babanız ile size anlatılanlar arasında bir kopukluk yok, bir bütünlük var.

      Örnek model, baba…

      Örnek model, hep iyi bir baba… Bir şekilde babanız gibi davranmanız öğütlenmiş oluyor. Bunun sıkıcı bir yanı yok. Çocukluk, gençlik yılları insanların daha idealist olduğu dönemlerdir. Haksız bir şeye sahip olmama duygusu hâkimdi, hayatı bir dürüstlük şeklinde -fair play diyorlar ya- kabul etmek. “Ben falanım” veya “şuyum buyum” gibi tavırlar söz konusu olamaz. Babamın geçmişiyle ilgili olayları, onun neler yaptığını, kayırılmaktan nasıl kaçındığını, iltimas yoluyla bir yerlere varmak istemediğini, imkânı olsa da bunlardan