Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın


Скачать книгу

yakın bir dönem. Siz, Millî Şeflik döneminin -en azından babanızın ve annenizin anlattığı kadarıyla- emarelerine, belirtilerine, uygulamalarına vâkıf olmuşsunuzdur. Bu konu 1950-60 arası dönemde evinizde konuşulmuştur, kıyaslamalar yapılmıştır. Millî Şef dönemine, İsmet İnönü dönemine ait en dramatik olay sizce neydi?

      Ben, bizim evde çalışan insanların yanına giderdim. Sonra, 1960’larda Ankara’ya geldik, o zaman inşaat zamanı idi. O inşaatta çalışan işçilerle, amelelerle konuşurdum. Köylülerle sohbet ederdim. O dönemde, ağabeylerimden 1950 öncesine dair bazı şeyler duydum ama bunları bizzat yaşamadım. Yine de tecrübe ettiğim bazı ayrıntıları anlatayım: Dört beş kişi bir paket sigara alır, bölüşerek içerlerdi. Bu 1950 öncesindeki Türkiye… Sigarayı alıp ikiye bölerlerdi, buna “takım” derlerdi, söğüt ağacından ağızlık yaparlardı. O sigaradan içtiniz mi nikotinini çekerdiniz. Ucuza satılırdı. Ben hâlâ o alışkanlığı devam ettiren insanlar gördüm. Yerden izmarit toplanırdı. En revaçta olan İngiliz, Amerikan gazetelerinin ince kâğıdının üzerine o toplanan izmaritler açılacak, sigara tütünü kurutulacak ve bulunursa yine o gazete kâğıtlarına sarılıp içilecek. Sigara, tütün bu kadar büyük bir kıymet… Çiftçi bir kilo buğday satarsa bir kibrit ya alacak ya alamayacak. O günün şartlarında durum böyle. 1950 öncesindeki Türkiye bu. Millet çarık yerine lastik ayakkabı giyebildi. İşte 60’lı yıllara doğru iyi kötü iskarpine geçilmiştir. O lastik bile büyük bir şeydi. Şöyle bir hikâye anlatılır Aydın’da: Çeşme köyü gibi yerler çok fakirdi. Biri beş altı saatte Aydın’a kadar gelmiş. Genellikle çıplak ayakla yürünürdü. Şehirden çıktı mıydı iyi kötü bir pabucu olan ayağına giyerdi. Köylülerden biri pabucunu koltuk altına almış, diğeri ayağına giymiş. Yürürken ayağına çivi batmış. Bu kişi çivinin ayağına batmasına değil, yeni ayakkabısının delinmesine üzülmüş. 1950 öncesi işte böyledir. Sıtma her yerde hâkimdir. Üç dört sene devam etmiş sıtmayla mücadele. Bataklıklar kurutulmuş, araziler açılmış ve sıtmanın kökü kazınmış. Örneğin Hatay’daki Amik Ovası, bataklıkken önemli bir bölümü bu şekilde kurutularak çiftçiye dağıtılmış bir yerdir.

      Maltepe Camisi’nin sol tarafı Havagazı Fabrikasıydı. Tabii doğalgaz falan yoktu. Caminin öbür tarafında da Ankara’nın elektriğini 1956-57’ye kadar üreten iki üç adet dizel motor vardı. İkisi çalışır, biri yedekte beklerdi. Türkiye’de bir tane bile hidroelektrik santral yoktu. Termik santral ve yüksek gerilim hattı da yoktu. Elektrik fabrikası denen, dizel motorların çalıştığı yerler vardı şehirlerde. Onlar da en fazla, gece saat 22:00-23:00’e kadar elektrik verirdi. Ondan sonra elektrikler kesilirdi Ankara’da. Bir başka şey anlatayım size: Herhâlde yeni başbakan olduğu sıralarda, rahmetli babamla Güneş Sokak’tayız. Yıl 1950. Fransız Sefaretine varmadan, Güvenevler’in önünden biraz ileriye kadar 200-250 metrelik yerin asfaltlanması bir yaz boyu devam etti. Benim çocukluğumun ilk anılarından birisi de budur. O gün kullanılan araçlar, makineler günümüze göre çok ilginçtir. Yolu asfaltlayan belediyenin silindiriydi. Silindir günümüzde de var fakat o vakit orada çalışan silindir buharla çalışıyordu. Aynı lokomotifler gibi odun, kömür yakıyordu. Bir de kocaman, uzun bacası vardı. O çalışmaya başladığında dört beş yaşındaki çocuklar için bulunmaz bir eğlence hâline gelirdi. Ve gerçekten de o kadarcık yolun, 200-250 metrelik yolun asfaltı bir yaz boyu devam etti. O buharlı silindir hâlâ gözümün önünde canlanır. Hoş bir aletti. Ondan sonra da hiç görmedim.

      O dönemde valiler, kaymakamlar, memurlar ile vatandaş arasında büyük bir uçurum vardı. Bakanlar, başbakanlar ulaşılmaz insanlardı. Büyük bir ekonomik yenilik söz konusuydu. Biz 1951 yılında, otomobille, kara yolunu kullanarak İstanbul’a gittik. Benzinimizi beraberimizde götürdük, çünkü yol üzerinde bir tane bile benzinlik yoktu. 1951 yılından bahsediyorum. Tabii Ankara’da, İstanbul’da, çok dar bir alanda kaloriferi yanan, sıcak suyu akan evler de mevcuttu. Ama bunun yanında kış günü bile, bit sebebiyle, karda başı kabak gezen çocuklar da vardı. Bu durumlar 1950’den sonra düzelmiştir. Özellikle köylerde çocuklar yine sıfır numara tıraşlı, yalın ayak gezerdi. Kar bastırınca “Gazete, gazete!” diyerek, Atatürk Orman Çiftliği İstasyonu’na gelip de trenle gidenlerden gazete istediklerini duyardık. Biz de fazlaca gazete alırdık, okusak da okumasak da orada yola çıkan çocuklara veririz diye. Türkiye’nin merkezi Ankara’nın durumu böyleydi. Tabii harp yıllarıydı, ekmek karneyle veriliyordu.

      Siz biraz önce Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olduğu zaman Çankaya Köşkü ile ilgili iki icraatından bahsettiniz: Birincisi köşkü halka açmak, ikincisi de Atatürk’ün heykelini kaidesine yerleştirmek. Resmî tarih bunlarla yüzleşmekten imtina eden bir yerde duruyor. O dönemin bu denli dramatik geçmesi, Mustafa Kemal Atatürk’le İsmet İnönü arasındaki -resmî olmayan kaynaklarda yer alan- rekabetten kaynaklanmış olabilir mi? Çünkü İsmet İnönü’nün, paranın üzerine resmini basmak gibi icraatları da söz konusuydu. Para basmak, biliyorsunuz ki tarihte sikke basmakla kıyaslanan, devlet egemenliğiyle ilgili bir durum. Bu yönden bakıldığında böylesi yıkıcı bir tutumun, Türk milletinin 1950’ye kadarki fukaralığına etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

      Şimdi tabii burada önemli bir parantez açmış olduk.

      Çünkü biz hâlâ sizin ilkokul yıllarınızdayız ve 1938’den 1960’a kadarki süreci anlama adına; sizin çocukluğunuzdaki, belleğinizdeki izler açısından bu mühim bir geçmişe bakış.

      Şimdi bu anlattığınız hususu çok işittik. “İsmet Paşa paradan Atatürk’ün resmini kaldırdı.” diye. Bu bizim evde de söylenirdi. Annemden işitirdim. Ben, Türkiye’de tanıdığım insanlar içerisinde Atatürk’e en kayıtsız şartsız bağlı insan olarak Celal Bayar’ı gördüm. İhlaslı bir Atatürkçü, Kemalist aranacaksa bu Celal Bayar’ın kendisidir. Demokrat Parti, Menderes, Atatürk, Bayar… Bu konulara sohbetin akışı içerisinde tekrar dönebiliriz. Ben şimdi sözü dağıtmak istemiyorum, ancak karşımıza bir söylem çıktı. O da şudur: İsmet Paşa; Atatürk’ün, Atatürkçülüğün 1950’den sonra kayıtsız şartsız temsilcisi hâline geldi. İsmet Paşa, Atatürk ile ilgili ne derse o doğrudur, İsmet Paşa bir şey söylemişse sanki Atatürk hayattaymış, o söylemiş kabilinden değerlendirilirdi. Tabii ortaya böyle bir iddia çıkınca ister istemez bütün insanların dikkatleri 1938 öncesine, 1919’dan 1938’e kadar geçen döneme ve bu dönem içinde Atatürk, İsmet Paşa, Bayar ilişkilerine yöneldi. Bunun üzerinde düşünmeye, kafa yormaya başladılar. Bu günümüzde de zaten devam eden bir husustur. Bu, resmî söylemin, resmî tarihin, resmî ideolojinin irdelenmesidir. Güya karşımıza şöyle bir tarihî olay çıkıyor: Atatürk’ün son başvekili Celal Bayar’dı, İsmet İnönü değildi. İsmet İnönü’yü başbakanlık görevinden Atatürk uzaklaştırmıştı. O günlerde halk arasında -tabii CHP’li olmayanlar tarafından- konuşulan konulardan biri de Atatürk’ün İsmet İnönü’yü öldürteceğiydi. İsmet Paşa’ya kol kanat germek isteyenler, “Atatürk vasiyetinde İsmet Paşa’nın çocuklarına para bıraktı.” derlerdi. Bunlar halkın içinde dolaşan sözlerdi.

      Şehir efsaneleri seslendiriliyor halk arasında.

      Aynen efsane gibi. Birçok kişi; İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’ye geç katıldığını, önemli bir dönemde Ankara’da olmadığını; Garp Cephesi komutanı olmakla birlikte Millî Mücadele’nin askerî boyutunda önemli bir rol üstlenmediğini hatta Kütahya Altıntaş’ta ordunun bozulmasına İsmet Paşa’nın sebep olduğunu, meclisin buna isyan ettiğini; Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak’ın orduyu hızla Sakarya’nın gerisine çektiklerini, aksi taktirde İsmet Paşa’nın Altıntaş bozgunu ve Eskişehir’in düşmesinden sonra çok büyük bir lojistik probleme sebebiyet vereceğini; Sakarya Savaşı’ndan sonra ise Garp Cephesi’nin