Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın


Скачать книгу

planı hazırlatmıştır. Bu sanayileşme planının içerisinde yer alan birtakım tesisler 1950’den sonra Demokrat Parti döneminde açılmıştır. Çok ilginçtir, 1938’de İsmet Paşa gelince, devlet arşivinden bu sanayileşme planını sildirtmiş, bütün hazırlıkları ortadan kaldırtmıştır.

      Mustafa Kemal’in Celal Bayar’ı 1937’de başbakan yapması, onda devlet adamlığı vasfını gördüğünü, ayrıca kendisine yakınlığından ve sadakatinden hiç şüphe etmediğini gösterir. Fakat ben diğer bir hususa da çok büyük önem veriyorum. Mustafa Kemal, ömrü olsaydı, Bayar’ın başbakanlığında ekonomiyi ön plana çıkartarak, kalkınma hamlesi başlatarak, bir bakıma İsmet Paşa’nın devlet kademelerindeki, bürokrasi üzerindeki etkisini de kırmak istiyordu. 1937’de Atatürk’ün Bayar’ı başvekil yapmış olması, 1924 İzmir İktisat Kongresi ile başlatılan liberal ekonomi sürecinin, 1930 sonrasında yaşanan Amerika’daki Büyük Bunalım’a bağlı olarak yeniden canlandırılmasıyla da ilgilidir. Bu yöndeki çabalarında devletçiler de Bayar’ı onaylamıştır. Tabii ki Atatürk çok yönlü bir devlet adamıdır. Atatürk’ün bazı özelliklerini, bazı yönlerini, bazı isteklerini, arzularını Bayar çok yakından hissetmiştir, anlamıştır. Bunları yaparken İsmet Paşa’yı Mustafa Kemal’den soğutmayı da asla düşünmemiştir. Belki Bayar’ı sağ Kemalizmin, İsmet İnönü’yü de devletçilik anlamında sol Kemalizmin içinde görebiliriz. Bayar’ı liberalizmin ve demokrasi çizgisinin, halk çizgisinin demokrasiye girişinin içinde görebiliriz. Atatürk de bir halk çocuğuydu, alçak gönüllü bir tabiata sahipti. Hatta Söğütözü’ndeki Atatürk Orman Çiftliği yapılırken Rumeli şivesi ile “Hiç olmazsa şurada, bana da bir kulübe yaparlar.” demişti. Böyle mütevazı, halka yakın bir insan olduğunu da biliyoruz. Ama bu yönünü, devrimleri, Cumhuriyet’i, yeni devleti hayata geçirme sürecinde çok fazla gösterememiş olabilir.

      1923-1938 boyunca 15 yıllık süreçte, en önemli olaylardan bir tanesi Atatürk’ün yurt içi gezileridir. Bu, Anadolu’nun devreye girişidir, devletin bir açılımıdır ama tamamlanamamıştır, İsmet Paşa önünü kesmiştir. En son şunu anlatarak bu konuyu kapatayım: 1933 yazında Atatürk oturuyor, yanında da “çocuk” dediği Falih Rıfkı da var. O sırada İsmet Paşa’ya Schacht’ı örnek gösterir. Schacht, “Sihirbaz Maliyeci” denilen, Hitler’in ünlü maliye bakanıdır. 1933’te başbakan olunca Hitler, otoyol yapımına girişmiş ve Almanya’da işsizliği hızla kırarak, altyapı hizmetleri ile işe başlamıştır. Schacht da hakikaten mucizevi bir şekilde kaynak bulmuştur. “Bak, Schacht’ın Hitler’e nasıl para bulduğu anlatılıyor.” denilince İsmet Paşa gayet umursamazca, “O şekilde giderse enflasyon olur.” diyerek kestirip atmıştır. İsmet Paşa kıpırdayan yapraktan dahi tehdit algılayan bir yapıya sahiptir. “Yatırım yaparsan enflasyon olur”, “Hatay’ı almaya kalkışırsan yabancı güçler Türkiye’yi bir kez daha istila ederler.”, “Biraz demokrasi dersen, biraz manevi inanç dersen arkasından irtica gelir, devrimler elden gider.” gibi düşüncelere kapılmıştır Atatürk yaradılış olarak tutucu bir kişilik değildir ama İsmet Paşa tam anlamıyla bir tutucudur, statükocudur.

      Gerici midir?

      Evet, mizaç olarak hiçbir şey yapmama ve yaptırmama taraftarıdır. Ben biraz önce Türkiye’nin durumunu anlattım. Ankara’nın elektriğinin iki üç tane dizel motordan üretildiği ve halkın fakir olduğunu söyledim. Demokrat Parti iktidara gelinceye kadar İsmet Paşa’nın, CHP’nin değişen Türkiye ve dünya ile ilgili hiçbir hazırlığının olmadığı da kesindir. Benim bu söylediklerimin bir kısmı somut vakalara, delillere dayanıyor olmakla birlikte, bir kısmı da elbette yorumdur. Ama tarihin kendisi zaten yorumdur. Tarih bizim dışımızda var olan bir şey değil, bizim inşa ettiğimiz bir şeydir. Onun için rahatlıkla söylüyorum. Bayar’ın tercih edilmesi, yeni bir ekonomi, yeni gündem ve yeni sanayileşme dönemi açmak içindi. Ama Atatürk’ün ömrü bunu tamamlamaya vefa etmedi. Ömrü vefa etseydi Türkiye bir vites değişikliği yaşayacaktı. Zaten 1939’da harp başlayacak ve araya başka olaylar girecekti. İsmet İnönü’ye kıyasla Atatürk’ün laiklik gibi konularda aydın bir tavır sergilediğini ve özellikle ekonomik meselelere, dış politikaya kesinlikle çok daha yenilikçi, ilerici baktığını biliyoruz. İsmet İnönü, Atatürk’ü bir taraftan âdeta putlaştırırken, bir taraftan da onu öldürmüş, o ruhu öldürmüş ve dış politikadan ekonomiye kadar Atatürk’ün geçici olarak doğru bulduklarını, Türkiye için ebedî ve siyasi bir hayat tarzına dönüştürmüştür. Aralarında önemli bir mizaç farklılığı, sizin ifadenizle psikolojik uyumsuzluklar olduğunu da teyit etmemiz ve açıkça belirtmemiz gerekiyor.

      İlkokul döneminizi, o dönemdeki serüveninizi konuşuyorduk. Hâlihazırda ilkokul arkadaşlarınızdan görüştüğünüz, zaman zaman bir araya geldiğiniz, sohbet ettiğiniz isimler var mı?

      Evet bir kişi var. Bir gün Japonya’da bulunan bir ilkokul arkadaşımdan e-posta aldım. “Beni hatırladın mı?” diyordu. Bir ara dört kişilik sıralarda oturuyorduk. Onu hatırlattı, “Beraberdik.” dedi. En son 1979’da Bulvar Palas’ta görüşmüştük. Japonya’ya gideceğini söylüyordu, uzun zaman ondan haber alamamıştım. Çok sevindim. Sınıfın en çalışkanlarındandı. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde elektronik mühendisliği eğitimi almıştı. Bir süre Türkiye’de görev yaptıktan sonra Japonya’ya gidip orada evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Sohbet ettik uzun uzadıya telefonla. Daha sonra e-posta ve telefonla görüşmeye devam ettik, Türkiye’ye geleceğini yazıyordu. Geldi, burada da görüştük. Ayrıca Çankaya İlkokulu civarında oturan öğrenciler vardı. Onların bir kısmı yerlerini değiştirmediler. Görüştüklerim var fakat onlarla aynı sınıfta değildik, aynı dönemde okuduk, bir sınıf aşağı, bir sınıf yukarı idik. Onlarla ilişkilerim var, devam ediyor.

      İlkokul hatıralarınızı yâd ederken; sanki okul hayatını hiç sevmemişsiniz, daha çok siyasi bir iklimin neşet ettiği evde büyümeniz sebebiyle, siyaset mektebi sizin için çocukluktan itibaren okulun önüne geçmiş gibi bir izlenim uyandırıyor?

      Şöyle söyleyeyim. Okulu hem sevdim hem sevmedim. Sevdim; arkadaşlar, arkadaşlıklar güzel bir şeydir. Hayatı paylaşmak güzel bir şeydir. Bu yönüyle okul güzeldi. Fakat okullara beni uzak kılan iki sebep var. Bunların da üzerinde durmak isterim hatta birisi üzerinde biraz daha uzun durmak istiyorum. Bu, İstanbul’daki okulun yatılı olmasıydı. Yatılı okulu sevmedim.

      Yatılı okumak sizde yalnızlık duygusuna mı yol açtı?

      Öyle de denilebilir. Bir de yatılı okul, kendi kurallarına göre sadece yemek yiyeceğiniz, ders çalışacağınız, yatacağınız vakti belirleyerek hürriyetlerinizi elinizden almakla kalmaz, ne yapacağınıza da karar verir. O gün genel geçer konular neyse boş zamanda o konuşulur, o aktiviteler gösterilir, o sporlar yapılır.

      İstanbul’daki yatılı okul gayet uyumlu anılarla geçmiş olmasına rağmen egemen siyasi düşünce o gün için muhalefetti. Rock’n Roll, Elvis Presley, arkasından twist, diskotek, bu tür şeyler beni hiç açmamıştır. Ben farklı şeyleri merak ediyordum. Farklı şeyler öğrenmek istiyordum.

      Bu dönemde kitaplarla tanıştınız mı?

      Kitaplarla tanıştım. Şimdi asıl o konuya girmek istiyorum. Benimle okul arasına giren bir boşluğu burada anlatmam mümkün olacak. Ben daha okula gitmiyordum. 1951’de, daha doğrusu 1952 başında büyük ağabeyim Türkiye’den ayrıldı. Hukuk fakültesinden mezun olup, ikinci bir üniversiteyi bitirmek üzere İsviçre’ye gitmişti. Dört yaşındaydım. Ağabeyim İsviçre’ye gitmeden önce beni karşısına alıp; insan organları ne küçük dolaşım ne, büyük dolaşım ne, karıncık, kulakçık, kalp, karaciğer ne yapar; sindirim nasıl olur;