Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın


Скачать книгу

olanlar değildir, bize gösterilenlerdir.

      Bir nevi tiyatro diye nitelendiriyorsunuz?

      Tiyatro olabilir, senaryo olabilir. Maksat budur. Tek merkezliymiş veya çok merkezliymiş; ben çözemem, kimse de çözemiyor. Ama bir kuşatılmışlık içinde olduğumuzu, etkilendiğimizi ve de giderek bunun çok daha arttığını, bugünkü entelektüel hayat söylüyor. Ama ben bunu, dediğim gibi 1960’lı yıllarda gördüm, yaşadım. Bunun birçok faydası oldu. Bana hayatta en haz aldığım şeyin ne olduğu sorulursa “Öğrenmektir.” derim. Merak ve öğrenmek… İşin güzel tarafı, öğrendiğinizin de yanlış çıktığını görebilmek veya “Bildim, biliyorum.” dediğinizin de yanlış çıktığını görüyor olabilmek… Anlatacağım şu kısa anekdot beni hoşgörülü olmaya itti. Yıllar sonra Kâtip Çelebi’nin “Nizamü’l-Hakk Fi-ihtiyari’l-Ahakk” adlı kitabını okudum. Ben, Türkiye’deki liberallerin, liberalistlerin, liberalizm yanlılarının bunu okuduklarını hiç zannetmiyorum. Hâlbuki bu eser 1650 yılına ait bir hoşgörü abidesidir. Orada, “Halkın inandıklarıyla uğraşmayın, değiştiremezsiniz.” der. O kitapta tütünün haramlığına helalliğine, kabir ziyaretlerine kadar birçok konu ele alınıyor. Bunları hâlâ biz tartışma programlarında yeni bir şeymiş gibi konuşmaya devam ediyoruz. Bu, bir bakıma bazı konuların da ne kadar öğretici olduğunu gösterir.

      Bir vesileyle yazmıştım ama sırası geldi anlatmak da istiyorum. Malum İmam Birgivi, taassup ehlinin temsilcisi diyeceğimiz bir kişi. Şeyh-ül İslam Ebu Suud Efendi’ye bile karşı çıkmış bir zat. Balıkesir’de doğmuş, Ödemiş Birgi’de -Aydınoğulları’nın kurulduğu ilk yerde- bulunmuştur. Bu din âlimi derdi ki, “Kabirlere gitmeyin, türbe olarak onların üstünü örtmeyin, orada kurban kesmeyin, çaput bağlamayın, bunları yapmayın, zinhar dinden çıkarsınız.” Böyle bir yönü vardı. Türk siyasetini inceleyenlerin hatta Türk toplumunu inceleyenlerin mutlaka bir prototip olarak çok iyi bilmeleri gereken bir kişi idi. Otuz sene önce ilk defa gittim Birgi’ye. Önce Aydınoğlu Camisi’ne, Aydınoğlu’nun türbesine, oradan da İmam Birgivi’nin mezarına. Birgi şimdi bir belde, Ödemiş’in bir beldesi, mezar da orada. Orada ne göreyim, bir iki kilometreden başlamışlar, yol boyunca çaput bağlamışlar ve orada kurban kesiyorlar. Ege Bölgesi’nde, Orta Anadolu gibi, Güneydoğu Anadolu gibi, Doğu Anadolu gibi çok fazla yatır, evliya, türbe geleneği olduğunu da söyleyemem. Ama hemen hemen bütün Batı Anadolu halkı yüzyıllar içerisinde İmam Birgivi’yi yeniden bir evliya, bir ermiş olarak üretmiş, böyle inşa etmiş. Kâtip Çelebi’yi de yeni okumuştum o vakit. Millî Eğitim veya Kültür Bakanlığından çıkmış bir eserdi. En çok tavsiye ettiğim kitaplardan birisi olmuştur eşe dosta. Sonra bir yirmi küsur sene geçti. Yine Ödemiş’e yolumuz düştü ve yine İmam Birgivi’nin, muhterem zatın mezarına bir uğrayalım, Fatiha’mızı okuyalım diye gittim. Çaput bağlama kalkmış fakat Belediye Başkanı oraya çok güzel, aynı anda bir iki büyük veya küçükbaş hayvanın kesilebileceği, üstü kapalı, küçük, modern bir mezbaha yapmış. Dedi ki, “Aydın Bey buraya insanlar geliyor, ortalıkta güzel gözükmüyordu, onun için yaptık.” Biraz ileride de İmam Birgivi’nin mezarı var. Mezarın üzerine büyük, lahit gibi bir granit taş koymuşlar ama türbe gibi üstü kapalı değil. Rahmetlinin bir tek o isteği yerine gelmiş. Belediye başkanı, “Nasıl, iyi olmuş mu?” diye sordu. Şöyle bir başımı çevirdim, ne de olsa İmam Birgivi Hazretleri’nin manevi makamındayız. Şimdi bunu düşünsem, demem gerekecek ki, “Bu zatın ruhu burada kesilen her hayvanla birlikte ızdırap çekecek. Keşke bunun aksini savunmuş, aksini istemiş olsaydınız, keşke bunu yapmasaydınız…” Ama o belediye başkanı bunu büyük bir ihlasla yapmış, halk için yapmış, millet için yapmış. Belediye başkanı kendi kendine herhangi birisini ermiş, evliya tayin edebilecek durumda değil. O da halk ve tarih böyle addettiği için yapmış. Ben de ortadan sözlerle, asla onun gönlünü kırmayacak şekilde düşüncelerimi ifade ettim. Oradan o şekilde ayrıldık.

      Tabii iki yüz sene, üç yüz sene sonra ne olur, yirmi otuz sene sonra ne olur onu da bilemeyiz. Şu noktaya varmak istiyorum. Bu düşünceler, insanın, ister istemez olaylara biraz daha tepeden, kuşbakışı ve daha hoşgörülü bakabilmesini de sağlıyor. 1960’lı yılların başından 1965’e kadar toplum daha tam açılmamıştı. Bu konularla ilgilenenler ise daha çok din nedir, var mı, yok mu, Tanrı var mı, yok mu, Darwin’in teorileri nedir, kaba manada determinizm nedir, bunları sorguluyorlar. Ama bunlar da bazı gerçekleri irdelemek için değil, onları kaldırıp kendilerini hâkim kılmak için yapıyorlar. Hatta ruh var mı yok mu diye tartışılırdı. Çok ilginçtir, 1950’li yılların ortalarında böyle “Ruh ve Madde” diye dergiler çıkıyor, ruh çağırma, spiritizma seansları yapılıyordu. O zaman bunlar millî maneviyatçılık ve mukaddesatçılık sayılıyordu. Ruhun varlığını, onu maddeleştirerek ispata kalkmak gibi gariplikler oluyordu. Böyle bir hoşgörünün, böyle bir eleştirel yaklaşımın, zaman içerisinde sadece Kâtip Çelebi ile sınırlı kalmadığını, Ahmet Cevdet Paşa gibi kişilerin de benzer bir hoşgörüsü, düşüncesi, meselelere daha geniş ufukla bakma tavrı olduğunu gördük.

      1960’lı yıllarda, o günkü 27 Mayıs İhtilali’nin resmî ideoloji için yapılmış olduğu iddiası, bunlarla birlikte, aramıza daha büyük bir mesafe koyuyordu. Söz gelimi, o zaman herkes, “Atam izindeyiz.” diyordu. Biz de genciz o vakit. Lise talebesi üç beş arkadaş, ne olur ne olmaz, sesimizi de fazla yükseltmeden kendi aramızda böyle bir nümayiş yaptık. O zaman böyle eylemler çok oluyordu Kızılay’da. Biz de “Abdülhamit’in izindeyiz.” dedik. Abdülhamit’i yeni yeni öğrenmeye başlıyorduk. Sonra Kızıl Sultan, Gök Sultan veya Yeşil Sultan olarak karşımıza çıkmaya başladı. “Kızıl Sultan” ifadesi kesinlikle doğru değil. Ne yazık ki Ermeni ağzı ile kendi padişahımızı kötülemek, ona karşı çıkmak gibi ağır, vahim bir hata yapılıyordu. Benim bahsettiğim bu mesafe, öyle noktalara taşınıyordu ki söz gelimi hâlâ Abdülhamit’e karşıyım dediği için Bayar’a karşı benim içim burkuluyordu. Hâlbuki Demokrat Partinin genel başkanıydı. Araya uçurumlar giriyordu. “Kayıtsız şartsız Lozan bir zaferdir.” diyenlere karşı tepki duyuyorduk. Kendi payıma en fazla da “En hakiki mürşit ilimdir.” sözüne tepki duyuyordum. Yanlış anlaşılmasın, sözün içeriğine değil, bilimsel gerçeğin tek gerçek olduğunu söyleyen pozitivizme tepki duyuyordum. Bu bir fikir akımıdır, buna hiç inanmadım, karşı oldum -felsefeyi bir kenara koyalım- o fikir akımı bize her yerde lazım değil. Bu zamanda alternatif tıp bile tıbbın iyi ettiği hastalıklarla uğraşmıyor da iyi edemedikleriyle uğraşıyor, demek ki bilime müracaat etmek iyi bir şeydir. Hele hele eğer vahye, nasa itibar etmeyip de dünyevi bir düşünceye, görüşe itibar etme düşüncesindeyseniz, bunun bilimsel bir esasa dayanması her zaman uygundur. Çünkü bilim değişiyordu. Görüyorduk ki Newton ile sınırlı kalmamış, kuantum çıkmış, Heisenberg çıkmış, modern fiziğin klasik bilimsel söylemini tekrarlamayan birçok isim ve düşünce çıkmış. Epey yıl önce İstanbul’da, Perşembe Pazarı’nın arka tarafında, Haliç’e yakın bir camide bir Mayıs günü -İstanbul’un kurtuluş günü de olabilir- dinlediğim hutbe beni sonsuz derecede doyurmuştu. İmamın o gün işlediği tema şuydu: “Düşünmek put kırmaktır. Çünkü düşündükçe her an bir başka şey öğrenir, yeni bir doğruya varırsınız. Böylece de sürekli düşünerek çok put kırarsınız.”

      Böylelikle çok az puta sahip olursunuz.

      Evet çok az puta sahip olursunuz. Tabii daha sonraki yıllarda halkın daha çağdaş yorumuyla birlikte, yeni açılımlarla da karşılaşarak, o hoca efendinin genç yaşına rağmen çok hikmetli sözler söylediğine daha fazla inandım. Sabit kalan bir düşünce yoktu ama Cumhuriyet, resmî ideoloji, mutlağın peşindeydi, bilimin değil. Bilim orada bir meşrulaştırma aracıydı. Onun dediklerine karşı çıkarsanız, bilime