Mahmut Yesari

Bağrı Yanık Ömer


Скачать книгу

a…

M.Y.

      Başlangıç

      Söğütçük

      Şoseden gidersek gün kararmadan kasabaya varamayacaktık. Her adımda ayaklarımız kayarak fundalara, dikenli, sert yabani otlara tutunmaktan avuçlarımız kanaya kanaya tırmandığımız Sazlıtepe’de bir ağaç altı arıyordum.

      Aşağıdan bakıldığı zaman, sık, bodur ağaç kümeleri gibi görünen koyu yeşillikler, uçları diken diken sivri sazlıklardan başka bir şey değildi. Bu sazlar, üstleri küflü, kızıl benekli kaya diplerinde bitmişti.

      “Ağaç filan yok… Bu ne iş böyle?”

      Yoldaşım, bir ihtiyar köylüydü.

      “Sazlıtepe burası.” dedi. “Ağaç değil ot bitmez, çimen yeşermez…”

      “Bu sazlar sulak yerlerde yetişir… Dağ başında görmemiştim.”

      “Haklısın ağa… Bura zamanıylan sulak yermiş…”

      “Öyle ise aşağıki ova da göldü!”

      “Onu bilmem! Bu taraflarda kime sorsan sana böyle der.”

      “Sazlıtepe’yi su bastığını sen gördün mü?”

      “Ne ben ne babam ne dedem ne de dedemin dedesi görmüş!.. Eski bir masaldır, kulaktan kulağa duymuşuzdur.”

      Kara taşlı dağlar üstünde havuzlar ve bu havuzlarda canlı balıklar olduğunu işitmiştim.

      “Epiy dinlendik.” dedim. “Yolcu yolunda gerek…”

      Sazlıklar arasında, kasaba yoluna inen patikayı arıyorduk. Kol kol, ince, dar keçi yolları bizi şaşırtıyordu. Biraz ilerledikten sonra bir çıkmaza düşmekten hem yorulmuş hem de bıkmıştım.

      “Kararlamadan yürüyelim, nasıl olsa kasaba yolunu buluruz.”

      İhtiyar, sözümü işitmemiş gibiydi. Vakit vakit elini alnına siper edip ayaklarının ucuna basarak ileriye, geriye bakıyor, saz diplerinde kıvrılmış yılankavi kurtlara benzeyen keçi yollarını muayene ediyordu.

      Tekrarladım:

      “Şöyle, iniş aşağı, iniverelim.”

      Israrım, ihtiyarı kızdırmış olacaktı, gözlerinin kırış kırış, düşük kapakları bir saniye oynadı:

      “Kasaba yolu, dağın eteğindedir. Sekiz on adım kalmadan gözükmez.”

      “İniş aşağı inemez miyiz?”

      “Sazlıtepe’nin bir yanı keskin kayalık uçurumdur.”

      İhtiyarın işaret ettiği tarafa dikkatli bakınca hayret ettim. Üzerleri sarı, yeşil tüylü bir kışır bağlamış kayalıkların kenarından, ince, pürüzsüz bir yol kıvrıla kıvrıla aşağıya süzülerek iniyordu.

      “Nafile boşuna aranma, ben yolu buldum.”

      Kâh toprağın rengine kâh sazlıkların aldıkları sıra istikametlerine bakarak patikayı keşfe uğraşan ihtiyar köylü, ağır ağır doğruldu, baktı:

      “Onu ben de biliyorum ama vazgeç…”

      “Acayip! Neden vazgeçeyim?”

      İhtiyarın sesi, kuru bir sertlik almıştı:

      “O yoldan gidemeyiz!”

      “Neye? Kasabaya çıkmaz mı?”

      “Çıkmasına çıkar…”

      “Peki, ne duruyoruz?”

      “Söğütçük’ten geçmek lazım!”

      “Geçeriz, ne olur?”

      Kenarları mor, ortası kırmızı benekli geniş mendiline, şakaklarında toplanan terleri içiriyordu; burun delikleri kalka kalka soluyuşu, zaman zaman durup nefes alarak dinlenişinden, onun benden fazla yorulduğunu anlamıştım.

      İhtiyar, yanıma yaklaştı:

      “Ağam, buralara yeni geldiğin için Söğütçük’ü bilmezsin.”

      “Söğütçük, köy müdür?”

      “Hayır” demek ister gibi kaşlarını kaldırdı:

      “Oraya Kızılpınar da derler…”

      “Kızılpınar mı?”

      İhtiyar içini çekti:

      “Söğütçük, Kızılpınar’a, hepsi birbirine bağlıdır… Kızılpınar, Söğütçük’ün eski ismidir.”

      Güneş, kızgın bir yakı gibi dokunduğu yeri dağlıyor, yüzümüzü, ensemizi, derimizi, acıtacak kadar yakıyordu.

      Susuzluktan dilim bir köseleye dönmüş, kuruyan damağıma dokundukça garip bir gıcıklanma duyuyordum:

      “Akarsu var mı?”

      “Ne diyorsun ağam? Öyle su nerede var ki?.. İçinde yüzünü görürsün, öyle temiz, berraktır… İçerken adamın dişlerini dondurur…”

      Kızma sırası bana gelmişti:

      “Aşk olsun!.. Ne diye, güneşin alnında insanı yakıyorsun… Seni de yanımıza yol, iz biliyor diye aldıktı… Tam adamına çatmışız…”

      İhtiyar köylü düşünceliydi; kayalıkların kenarındaki yola doğru yürüyeceğim zaman, yavaşça omzuma dokundu:

      “Ağam, kızma, bir şey soracağım?”

      “Çabuk sor!”

      “Evli misin?”

      Anlamayarak bakıyordum:

      “Hayır…”

      “Demek dünyaevine girmedin?”

      “Hayır dedik ya!..”

      “Doğru diyindi; başından hiç nikâh geçmedi mi?”

      “Ama ahret suali sordun!.. Hayır, hayır…”

      İhtiyarın gözlerindeki endişe karartısı açılıvermişti:

      “Sen yolu bilmezsin; ben önden gideyim ağa…”

      “Biraz dur… Niçin evli misin, başından nikâh geçti mi diye sordun.”

      O, başını salladı:

      “Hele bir pınar başına varalım da…”

      İhtiyatlı adımlarla, dar yoldan yürümeye başladı.

      Bu yol, tatlı inhinalarla sağa sola çevrile çevrile, dik bir meyille, sel çukurlarından ziyade, geniş arklara benzeyen, iki tarafı kesme kaya bir uçuruma iniyordu.

      İhtiyar köylü hem yürüyor hem titrek bir sesle bir köy havası tutturmuş gidiyordu. Bu hava ne kayabaşına ne mâniye ne kesik kereme benziyordu. Her nağmesinde esrarlı bir titreyiş, uçuş, kanatlanış vardı. Bir destana da benzeyen bu şarkının esrarlı havasını, iliklerimi sarmış, kalbim burkula burkula, içimde ığıltılarla dinliyordum:

      Kızılpınar kurudu mu?

      Yoksam gene çağlıyor mu?

      Boyuncağın büktü söğüt,

      Anacığım ağlıyor mu?

      Ah, yolcular yolcular!

      Verdiğim öğüt değil!

      Kanayan yüreğimdir,

      Ağlayan söğüt değil!

      Arada bir duruyor, nefes alıyor, tekrar şarkıya başlıyor, yoluna devam ediyordu:

      Pınarbaşı serin olur.

      İç yarası derin olur.

      Sen ağlama, ben ağlayım,

      Gene anam gelin olur!

      Ah, yolcular, yolcular!

      Verdiğim öğüt değil!

      Kaynayan yüreğimdir,

      Ağlayan söğüt değil!

      Üzerleri kızıl kızıl, garip bir küf tutmuş ve araları beyaz, koyu kurşuni menevişli bir sıra taşların önüne gelince ihtiyar durakladı, yol da o noktada birdenbire inceleşivermişti:

      “Buradan geçerken tetikli