Mahmut Yesari

Bağrı Yanık Ömer


Скачать книгу

kenarındaki büyük bir tek salkım söğüdün büyük dallarından sarkan yapraklar, öper gibi suyu yalıyordu.

      Güneş Sazlıtepe’nin arkasında kalmıştı, yalnız kaya yarıkları arasından sızan keskin hüzmeler, pınarın sularına, söğüdün yapraklarına tunç oklar atıyordu.

      Pınarın şırıltısı, gölgelerin serinliği, yorgunluğumu bir anda gidermiş, unutturmuştu.

      Koşar gibi suya yaklaştım, çenemden göğsüme sular akıtarak, avuç avuç, kana kana içtim.

      İhtiyar köylü de yere kapanır gibi yatmış, dudaklarını suya saldırmış, içinin ateşini söndürüyordu.

      Yüzümü, gözümü, bol su ile yıkadıktan sonra söğüde sırtımı dayayarak oturdum:

      “Baba, Söğütçük burası ha?”

      İhtiyar, yorgun yorgun doğrulmuştu.

      “Burası.” dedi.

      Fakat doğrulur doğrulmaz alnı buruştu:

      “Ağam, söğütçüğe dayanmasan iyi edersin…”

      Tütün kesesini çıkarırken yalvaran bir bakışla, gözlerimin içine bakıyordu.

      “Hiç… Sanki… Uğur saymazlar da…”

      Yola çıktığımız zamandan beri, her sözüme “Evet.” diyen ve umulmaz bir uysallık gösteren ihtiyar köylünün Sazlıtepe’de başlayan sinsi hırçınlığına bir sebep bulamıyordum.

      Onda, köylü ile şehirli arasındaki anlaşmazlık, yadırgayış, nispeten az hatta yok gibiydi. Yol arkadaşlığına, köylünün, şehirliden daha fazla ehemmiyet verdiğini de biliyordum. Zıddına gitmek istemedim, söğüdün beri yana düşen gölgesine çekildim.

      O da yanıma gelmişti. Uzattığı örme keseden bir tutam tütün aldım:

      “Ne diye uğur saymazlar?”

      Gene Sazlıtepe’de, yol ararken ağır ağır doğrularak baktığı gibi baktı:

      “Çok, çok eski bir masaldır dedim ya…”

      “Evli olup olmadığımı niçin sormuştun?”

      Sigarasını uzun bir kiraz çubuğa taktı. Derin derin göğüs geçirdi:

      “Birkaç karı almış, boşamış olabilirsin diye.”

      Sazlıtepe’yi sular basması, Söğütçük’ten geçmek için evli olup olmamak, yanık köy türküsü, söğüde dayanmanın uğur sayılmaması… Hep birbirine bağlı efsaneler, belki de uzun bir efsane zincirinin halkalarıydı.

      İhtiyar köylü gözleri sigarasının dumanlarına dalarak masal anlatanlara mahsus edalı bir tavırla söylüyordu:

      “Demin tutturduğum türkü yok mu?.. Koca bir destandır ağa… Ömer’in destanı… Bu havayı kim çıkarmış bilinmez… Yalnız elden ele, dilden dile dolaşır. Destanın yazılısını köyde arasan belki ele geçirebilirsin. Hoş komşu köylerde de Ömer’in destanını bilirler ya… Anadolu’da şayet uzun boylu dolaşmışlığın varsa rastlamışındır. Birçok köylerin adı ‘Ömerli’dir… İşte bu destandan ötürü…”

      Sigarasının külünü avcunda toplayıp yere silkiyordu:

      “Söğütçük’e eskiden daha itibar ederlermiş… Baş göz edilecek delikanlılar, söğüdün gölgesinde iki rikât namaz kılmazlar, üç İhlas bir Fatiha ile üç avuç su içmezlerse kimse kız vermezmiş… Yeni gelinleri de buraya getirirlermiş. Yüzlerinin yapıştırmalarını burada yapıştırırlar, ellerine kınalar burada konurmuş. Gelin götürürlerken köyün çocukları davul, zurnanın önünde, hep bir ağızdan Ömer’in türküsünü çağırırlarmış.”

      Geçmiş günlerin yükünden kurtulmak isteyen bir canlılıkla başını kaldırmıştı:

      “O, düğün alayları artık unutuldu. Çocuk kısmı, bilir mi ya bazı bazı çağıran olur. Hemen sustururlar. Düğünlerden gayri zamanlarda uğursuzluk sayılır. Şayet çocuk yetim, öksüz kalır da kendiliğinden söyleyecek olursa ona ses çıkarılmaz.”

      “Söğütçük’e, şimdi nasıl itibar ediyorlar?”

      “Değişmeyen bir âdet vardır. Her yeni gelin, güvey, kasaba yolundan geçerlerken Söğütçük görünüp de gözden kayboluncaya kadar ona arkalarını dönmezler. Başından iki nikâh geçmiş kadın, erkek, Söğütçük’e uğramaz, Kızılpınar’dan su içmezler… Kasaba yolundan da başlarını iğerek Söğütçük’e bakmadan geçerler. Bahtsız insanlar da buraya gelir, söğütten kırk bir yaprak koparıp suya atarlar, akarsu bütün dilekleri Allah’a götürür…”

***

      Kasabada “Ömer’in destanı”nı aradım, ak sakallı, mazi külçesi hâline gelmiş bir ihtiyar hem okudu hem anlattı:

      “Yüzlerce yıl evveldi. Geçtiğin ovada bir şehir kuruluydu; şimdiki bu kurak, çatlak yaylalar vaktiyle bol, geniş gölgelerini salan ağaçlar, körpe fidanlar, bağlar, bahçeler, çimler, çiçeklerle süslü idi… Tütmeyen bir ocak, ekilmemiş bir karış toprak, sürülmemiş bir dilim tarla yoktu. Bağlar arasından ırmaklar geçer, bahçelerden kaynaklar fışkırır, çeşmelerden tatlı sular akardı. Ucu bucağı görünmeyen meralarda otlayan koyunların hesabı bilinmez, saymakla da tükenmezdi. Herkes hâlinden memnundu. Komşu köylerden buraya ondalığa gelen rençperler, birkaç yıl sonra zengin dönerlerdi. Aç, yoksul, fakir yoktu. Herkesin karnı toktu. İşte bu şehir, bir gecenin içinde battı, mahvoldu! Bir gece baştan başa meraları, yaylaları, tarlaları, bahçeleri su bastı. Ağıllardaki hayvanları sular boğdu, götürdü. Tarlalarda ekinleri sular aldı, götürdü… Çatılar uçtu, bacalar yıkıldı… Taş taş üstüne kalmadı…”

      BAĞRI YANIK ÖMER

      1

      Bakır Efe iç avlunun kapısını açarken karısına bağırdı:

      “Emine! Ömer nerede?”

      Emine merdivenin başına gelmişti, parmağını ağzına götürdü:

      “Bağırma, küçük uyuyor…”

      Bakır Efe yumruklarını sıktı, karısına hiddetle baktı ve bir şey söylemeden homurdana homurdana ters geri dışarı çıktı.

      Ömer, uyumuyordu… Emine yalan söylemişti. Ömer, arka odada kedi yavrusuyla sessiz sessiz oynuyordu. Bu yalan da sebepsiz değildi. Kocası kapıyı çarparak bağıra bağıra eve girdi mi Emine’nin yüreği ölüme yaklaşmış hasta bir kuş gibi bezgin bezgin çırpınıyordu. Bakır Efe’nin ne örsle ne kurşunla kırılmayan o iki kaşı arasına gerilen çelik yay, bir tek sözle hamurlaşıveriyordu.

      “Ömer uyuyor…”

      Her şeye kızan ve kızınca gözü kararıp etrafını kasıp kavuran Efe, yalnız çocuğuna karşı zayıftı. Ömer’i uyandırmaya korkardı. Ömer diye içi titrerdi. Emine onu bildiği için Efe’nin hiddetle geldiği zamanlarda hiç düşünmeden bu yalanı söyleyiveriyordu. Yalanının tutulmasından da korkmuyordu. Bakır Efe binde bir, milyonda bir ihtimali hesap edecek, gene bu yalana inanacaktı. Bakır Efe kim bilir gene niye kızmıştı?.. Ne gün, ne zaman eve güler yüzle geliyordu? Artık huy etmişti, bir hiç için ateş püskürüyor, kanlı gözlerini devirerek bağırıyor, taşıp köpürüyordu. Dudakları gülmek âdetinden vazgeçmişti. Gözleri yalnız Ömer’e tatlı bakıyordu. Bakır Efe eskiden böyle değildi. Gayet az ve tartılı söyler, ev işlerine karışmaz, sakin, uysal bir erkekti. Ömer doğduktan sonra, ona bir hâl olmuştu. Durduğu yerde kavga arıyor hatta bir vesile, bir bahane bulmayınca hiddeti bütün