Mahmut Yesari

Bağrı Yanık Ömer


Скачать книгу

da ondan…”

      Efe, elini Süleyman’ın omzundan çekti, karşısında durdu, göz göze bakıştılar.

      “Süleyman, bugün beni aramaya çıktığını da bilen var mı?”

      Sarı Süleyman bir korku titremesiyle silkindi. Bakır Efe, elleri cebinde sağa sola sallanarak ince ince gülüyordu:

      “Süleyman, ne demek istediğimi anlıyorsun ya?.. Hasan dayının camız masalını yutmadım. Sen bugün buraya beni bulmak için geldin. Çengi Raziye’nin, Bozpınarlı Naile’nin hikâyesi de eski… Yeni bir şey var… Onu söyle…”

      Sesi dost, duruşu dost, bakışı, dosttu. Ellerini ceplerinden çıkardı, Süleyman’ı omuz başlarından kavradı:

      “Madem Naile’yi kimseye söylemedin ne derlerse desinler, sen iyi adamsın Süleyman… Gel seninle anlaşalım…”

      Sarı Süleyman, Efe’nin teklifini kabul ettiğini gösterir bir tavırla boynunu büktü. Bakır Efe daha dost, daha açık yürekli davrandı:

      “Anlaştık değil mi?”

      “Ağa, bilirim benden hoşlanmazsın ama ben seni sayarım. Rahmetli büyük ağanın az mı iyiliğini gördüm? Adımı kötüye çıkaranların hepsinin benden kuyruk acıları vardır. Sana bir iki yol, konağa filan geldi, filan gitti diye söyledimdi. Kötülüğümden değildi ağa… Kasabada denenleri bir duysan kan tepene çıkar… Tozu dumana katarsın. Bugün seni aradım, burada bulamayaydım Bozpınar Çiftliği’ne gidecektim…”

      “Peki, önce neden yalana dolana saptın?”

      “Çekindim de ağa…”

      Bakır Efe, kollarını yanına sarkıttı, topuğunu yere vurdu:

      “Yok Süleyman, çekinmedin, beni bu işlere bile bile göz yumuyor sanıyordun, kızdırmaya korktun… Öyle biliyorum, gelgelelim zamanını bekliyorum… Bugün ne var?”

      Sarı Süleyman etrafına bakındı, sesini kıstı:

      “Dün Sabah Naile senin konağa girdi, kuşlukta çıktı… Ama yalnız değil…”

      “Bizim kadın da beraber mi?”

      Süleyman “evet” diye başını salladı.

      Bakır Efe’nin alnının damarları şişmiş, yüzü morarmıştı:

      “Bozpınarlı Naile ile ha? Nereye gittiklerini de biliyorsun?”

      “Çamlıdere’ye…”

      Bakır Efe fazla sormadı, çevresini düzeltti:

      “Süleyman bugün buraya geldiğini, beni gördüğünü kimse bilmemeli, kimseye açmayacaksın…”

      “Şart olsun, kimse bilmeyecek.”

      “Yarın gel, tavladan beğendiğin atı seç… Gönlün çekerse Arap kısrağını, doru tayı al…”

      Sarı Süleyman, sessiz sessiz güldü:

      “Allah göynüne göre versin ağa, senden bir şeycik istemem.”

      “Neden ülen?”

      “Bana kısrak, tay bağışlıyorsun. Ben kısrağı, tayı ne edeyim?”

      “Ne istiyorsun?”

      “Sağlığını…”

      Bakır Efe, Sarı Süleyman’a hayretle, inanmaya inanmaya bakıyordu:

      “Neye be Süleyman?..”

      “Kısrak, tay nedir ki… Daha ben sana borcumu ödemedim.”

      “Ne borcu?”

      “Sen bana canımı bağışlamıştın.”

      “Ben mi? Ne zaman bu?”

      “Dört yıl evvel Sarıbel’de Muratların kızını dağa kaçırmışlardı.”

      “Ha… Zeynep’i…”

      “Sen gelip kurtarmıştın… O gece aklında mı? Zeynep’i dağa kaldıranları çil yavrusu gibi dağıtmıştın… Silaha davrananları kırıp geçirmiş, amana gelenlerin canını bağışlamıştın…”

      “Sen de mi onların aracında idin be Süleyman?”

      Süleyman cevap vermedi, eğildi, Bakır Efe’nin iki elini öptü…

      3

      Sarı Süleyman’dan şüphe etmekle Bakır Efe çok şeyler kaybettiğini şimdi anlıyordu. Fakat ilerisi için ümidi vardı. Emine’ye karşı açacağı davada Sarı Süleyman’ın çok hizmetleri dokunacaktı. Bakır Efe’nin, dolaba, fırıldağa aklı ermezdi. Yapmak istese bile yapamazdı.

      Sarı Süleyman’dan ayrıldıktan sonra Efe düşüne düşüne evinin yolunu tutmuştu. Emine’nin bu kadar azıtacağına hiç ihtimal vermemişti.

      Lakin bu azışta Bozpınarlı Naile’nin de parmağı olacaktı. Emine, Bozpınarlı kıvrağı bilmezdi, hem nereden tanıyacaktı. Naile, Emine’nin Çengi Raziye’yi eve çağırdığını duymuş, bir kulpunu bulup çatmıştı. Bakır Efe, buna emindi. Naile’nin öç almak sevdasında olduğunu biliyordu.

      Bakır Efe’den öç almayı hatırına getirmek bile güç affedilir bir suçtu. Şimdi sıra Efe’nindi. Yalnız, Ömer’i kurtarmalıydı…

      Ömer, dış avluda, kendi kendine oynuyordu. Babasının ayak sesini duyunca sıçradı, kollarını açarak koştu. Bakır Efe, oğlunu bir top gibi yakaladı, yüzünü yüzüne yaklaştırdı, öptü, kokladı, bağrında sıktı. Ömer babasının katı demir kolları arasında, etlerinin, kemiklerinin üzülmesine, acımasına rağmen keyif içinde gülüyor, yavru kuşlar gibi şakıyordu.

      Bakır Efe, Ömer kucağında, arka bahçedeki ıhlamurun altına oturdu:

      “Ömer ne yaptın bugün?”

      Ömer akıllı akıllı baş salladı:

      “Kuşlukta uyudum… Sonra bahçede oynadım Efe… Sen neredeydin ki?.. Sabahtan çıktın görünmedin gari… Özledim seni…”

      Bakır Efe, oğluna yan yan bakıyordu. Ömer’in bakışları, sözleri hiç de beş yaşında bir çocuk bakışı, sözü değildi. Babasıyla anası arasındaki geçimsizlik sanki onu daha beşikte iken kendi yaşında çocukların bilmeyecekleri, bilmeleri lazım gelmeyen şeyleri öğretmişti. Hayat acıları insanları nasıl terbiye ederse anasının densizlikleri, babasının huysuzlukları da Ömer’in manevi yaşını umulmayacak kadar artırmıştı. Bir yandan anasını korumak, bir yandan babasının suyunca gitmek kolay mıydı?

      Ömer, bunları bilmiyordu fakat bilmeden yapıyordu. Yaşının hakkı, oyun icat etmek, eğlence çıkarmak için işleyecek dimağı, anasını susturmak, babasını yatıştırmakla, çareler aramakla uğraşıyordu. Ömer’in kafası, sinirleri çocuk kalmak, yaşının çocuğu olmak fırsatını, huzurunu, selametini bulmamıştı. Ömer çocuktu fakat bilgisi, görgüsü, yaşındaki çocukların bildiklerinin, gördüklerinin aksi, zıddı idi. Vakalar onun küçücük dimağını yoğura yoğura ibresini bozmuştu. Neleri söylerse kavga çıktığını, çıkacağını, neleri söylerse günün durgun geçtiğini, geçeceğini, içinden kendi farkında olmadan seziyordu. Babasından yemiş, oyuncak istemiyor, anasını hırpalamaması için yalvarıyordu. Anasına naz etmiyor, aksilik etmemesi için yalvarıyor, yaltaklanıyordu…

      Bakır Efe, Ömer’i dizlerinde oynatırken sordu:

      “Anan nerede?”

      “Aş damında olacak…”

      “Bugün bir yere çıkmadı mı?”

      “Komşugillere