Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeliydi. Fakat Avrupalıların “Gündüz cefa, gece sefa” düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere filan bakardı. Yemeği gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.
Sermet Bey: “Gözünüze öyle görünmüştür!” dedi.
Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya’nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey, gözlerini ovuşturdu:
“Vay anasını!” dedi, “Telkinin kuvvetine bak!”
Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı:
“Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun?” dedi.
“Görüyorum.”
“Ee, o hâlde telkin ne demek?”
“Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle, böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.”
“Bu mümkün değil.”
“Nasıl değil?”
Sermet Bey, Hokkabaz Kazanov’un nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki saati yanlış gösterdiğini filan anlattı. “Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür.” dedi, “Fakat elimizi bu gördüğümüz şeye süremeyiz. Sürdük mü hemen kaybolur.” Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Bey’den başka kimse uyuyamadı.
(…) Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeye çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey’e annesi, “Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helal etmem!” demeye başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak… Bu Sermet Bey’in işine gelecek şey değildi ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyordu, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, “Daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar.” diyorlardı. Sermet Bey’in, kontratın “Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir.” maddesini hatırlamasıyla daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma meselesinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmaya başladı. Nihayet çıkmaya karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikâyeler işitmeye başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş… Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. El sürmek için kendisine yetişmek mümkün değildi. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı. “Seni hemen oracıkta çarpar!” diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen periye, ecinniye filan bir türlü inanamıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyordu. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.
Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği hâlde yine Sermet Bey’in dizleri titremeye başladı. İçinden, Ben korkmuyorum, fakat vücudum korkuyor! dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayal hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena hâlde ürktü ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Bey’i görünce alabildiğine kaçmaya başladı.
Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal mukabele imkânı olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti.
Sermet Bey: “Ben sana el âlemle alay etmesini gösteririm!” diyerek zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı: “Lamba getirin, suratını görelim.”
…
Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.
“İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?”
Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendi’yi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı. Sermet Bey bir kahkaha attı.
Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.
Büyük hanım: “Niçin ümmet-i Muhammet’i korkutup deli ediyorsun a efendi?..” dedi.
Sermet Bey: “Onun sebebini ben bilirim!” cevabını verdi.
Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kâğıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kâğıdıyla hokka kalem gelince Sermet Bey:
“Haydi bakalım al eline kalemi!.. Yüreğine indirdiklerinin, düşürttüğün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz. İmzayı bas!” dedi.
Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kalemi kaptı. Sermet Bey’in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:
“Kiracım Sermet Bey’den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen aldım.”
“Hah, şöyle!..”
İmzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu hâlde, her gece sır olduğu tarafa gitti.
Sermet Bey’in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyazi Efendi’ye, “Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor!” dedikçe evvela sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:
“Ne abdest ne oruç ne namaz ne niyaz… Karılı erkekli, çoluklu çocuklu, hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!”
BAHARIN TESİRİ
Ah, gençlik sabahları! Güneş doğarken insan sıcak yatağında nasıl canlı bir ümit ile dipdiri uyanır! Gerinmeden, sağına soluna dönmeden, sütü, kahvaltıyı beklemeden çevik bir sıçrayışla hemen kalkar. Gözlerini ovuşturmadan, yüzünü ekşitmeden tuvalet masasının başına geçer. Ben