gökteydi, giyindim. Aşağı inerken daima öğleden iki üç saat evvel uyandığımı bilen uşağıma rast geldim. Zavallı şaşırdı.
“Kahvenizi içmeyecek misiniz?” dedi.
“İstemem Mehmet, acele işim var.” dedim. Çimenleri çiylerle ıslanmış bahçemden çıktım. Güneşin doğacağı tarafa giden yol bomboştu. Yürüdüm. Etraftaki sakin köşklerin panjurları uyumuş gözler gibi kapalıydı. Belki on dakikadan ziyade gittim. Birbirini tutmayan eski yeni hatıralar, kadın çehreleri, kuş sesleri, açmayan laleler, unutulmuş muhabbetler, ölmüş sevgililer hayalimi altüst etti. Köşklerin parmaklıklarında beyaz kelebekler uçuşuyordu. Yavaş yavaş Çiftehavuzlar’a indim. Fenerbahçeye geçtim. Hâlâ yorulmamıştım. Sonra Kalamış Koyu’ndan yürüdüm. Bostanların kenarından, Jules Verne’in romanlarındaki resimleri hatırlatan sahilden, lodos darbeleriyle ortaları delinmiş büyük deniz otu yığınlarının üstünden aştım. Yeni doğan güneşin ziyasıyla camları tutuşan Kadıköy’ü gidilmez bir serap şehri gibi karşımda gördüm. Her taraf beyaz, parlak bir aydınlık içindeydi. Ekinler büyümüştü.
Güzel bir sabah, aydınlık, geniş bir sokaktan yapayalnız geçmek ne tatlıdır! Bağdat Caddesi’ne çıktım. Köye doğru ilerledim. Kuşdili’ne, Fikirtepe’ye baka baka geçtim. Fırınların önünde küme küme hizmetçi kızlar bekliyorlardı. Kahveler, dükkânlar yeni açılıyordu. Mesut bir beldede ilerlediğim zannındaydım. Ayaklarım beni iskeleye götürdü. İyi giyinmiş kadınlar, genç kızlar, şen mektepliler, sonra hepsini mesut gibi gördüğüm bir sürü halk bilet alıyordu. Ben de gayriihtiyari onların arasına karıştım. Bilet aldım. Bir çocuğun zorla sattığı gazeteyi okumadan cebime koydum. Güvertede oturdum. Deniz, mavi gümüş bir göle benziyordu. İstanbul’un minareli mahzun silüeti silinmiş; aydınlık, çok aydınlık, çok muhteşem, çok büyük, ebedî bir saray manzarası onun yerini almıştı. Hayalimde birdenbire açılan bu eski mermer sütunlu, nihayeti ezeliyete çıkan perili bahçelerle çevrilmiş eski sarayların içinde bir şey düşünmeden dolaşırken Köprü’ye gelmişiz. Herkesle beraber ben de çıktım. Birbirlerini kucaklar gibi sıkışa sıkışa çıkan halk sanki mevut bir cennete gidiyor gibi acele ediyordu. Karnımın fena hâlde acıktığını duydum. Yürüye yürüye Beyoğlu’na çıktım. Cadde bilmem niçin kalabalıktı. Tepebaşı Bahçesi’ne girdim. Çocukları güneşte gezdiren mürebbiyeler arasında dolaştım. Oturdum. Kalktım. Gezdim. Yemek zamanını bekleyemedim. Çıktım. Bir lokantaya kendimi attım. Daha yemekler hazır değildi. Tenha masaların birinin başında bekledim. Biraz sonra tam yirmi yaşında, iki gün aç kalmış sporcu bir genç iştahıyla yemeye başladım. Yedim. Yedim. Yedim. Midemi filanı unutmuştum. Çok yemek beni tıpkı rakı gibi sarhoş eder. Sofradan kalktığım zaman hakikaten neşeliydim. Hani o sarhoşların sebepsiz tatlı neşesiyle seviniyordum! Hazım için Taksim’e doğru yürüdüm. Yolda hiçbir bildik görmedim. Taksim’i, Harbiye’yi, Nişantaşı’nı, Şişli’yi, karışık fakat tatlı tahayyüller içinde geçtim. Herkes kırlara doğru akın ediyordu. Hürriyet Tepesi’ne gelince durdum. Terlemiştim. Hava biraz fazla sıcaktı. Rüzgâr azıcık sert esiyordu. Dinlenmek için bir birahaneye girmek aklıma geldi. Böyle havada kapalı bir yerde oturabilir miydim? Geri döndüm. Yine tramvaya binmedim. Şişli Caddesi’nin büyük apartman gölgelerinde yürüyordum. Mühendis Sermet’e rast geldim. Nereye gittiğimi sordu.
“Geziyorum.” dedim.
“Bize gidelim. Bugün bir çay veriyoruz!” dedi.
İtizar etmek istedim:
“Davetli değilim ki…”
Güldü. Koluma girdi:
“Haydi haydi. Davete ne hacet! İşte şimdi davet ediyorum…” diyerek beni sürükledi. Çok gitmedik. Betonarme bir apartmana girdik. Sermet’in dairesi ikinci kattaydı. Geniş mermer merdivenleri onun gibi dinlenmeden çıktım. Karısını eskiden tanıyordum, beni orada hazır bulunan kadınlara, erkeklere takdim ettiler. Bilmediğim yalnız birkaç sima vardı, o kadar neşeliydim ki… Hepsini güldürmeye başladım. Siyasi dedikodulardan edebiyata geçildi. Ben edebî iflasımızı mübalağalarla anlatarak, genç şairlerin taklitlerini yaparak, üstatların karikatürlerini çizerek kadınları katıltıyordum. Kadınları kahkahalarla güldürmek! İşte benim dünyada en zevk aldığım, en sevdiğim şey! Kadın dururken sönmüş bir lamba gibidir. Güzelliği gülerken tutuşur. Musiki başladı. Açık sarı saçlı, zayıf bir kadın keman çalıyordu. Piyanoda oturan şişman bir kızdı. Hakikaten mahirdiler. Hissederek çalıyorlardı. Samimi bir nağme herkesi tahayyüle daldırır. Ben de daldım. Müphem bir şiir içinde gaşyolmuş gibiydim. Bilmem niçin başımı sola çevirdim. Birdenbire bana bakan iki siyah göz gördüm. Öyle bakakaldım. Bu siyah gözler bana gülümsedi:
“Ne hazin parça, değil mi efendim?” dedi.
“Evet.” diyebildim. İçimden, İşte yirmi senedir aradığım meçhul kadın!.. dedim. Şimdi neler olduğunu bir türlü hatırlayamadığım şeylerden konuşmaya başladık. Musiki devam ediyordu. Ben ismini sordum. Mediha imiş. Musikiden sonra beraber kalktık. Bir köşeye çekildik. Ömrümde ilk defa bir kadınla ciddi olarak konuşuyordum. Kadınlık meselesi! Sonra aşk… Evet aşktan bahsettik. Ne söylediğimin farkında değildim. Yalnız dinliyordum. Pek romantik değildi. Kollarına, omuzlarına, dizlerine dikkat ediyordum. Hani bazı heykellerin insanı bedii bir hayret içinde bırakan mâfevkattabii bir tenasübü vardır. Kolların, boynun, göğsün bir şekli vardır ki biz onu hakikat sahnesinde göremeyeceğimize kailiz. Göğsünde minimini bir madalyon parlıyordu. Çarşafını çıkarmamıştı. Omuzları, kolları siyah ince pelerinin altında tecessüm ediyordu. Dudaklarına, çenesine, saçlarına bakarak ne söylediğini pek işitmiyor, içimden, İşte yirmi senedir zuhurunu beklediğim meçhul hayal! nakaratını tekrarlıyordum. Azıcık esmerdi. Gözlerinde hafif bir sürme vardı. Sonra Sermet geldi. Lafımıza karıştı. Hasılı vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Davetliler dağılmaya başladı. O giderken “Teyzem!” diye bana yaşlıca bir hanım takdim etti. Hiç kendisine benzemiyordu. Zayıf, sarı, uzun boylu, sert edalı bir kadındı. Mediha’dan sonra ben de Sermet’in karısına veda ettim. Dışarı çıktım. Hiç etrafı görmüyordum. Ruhuma, bütün vücuduma, bütün asabıma onun hayali dolmuştu. Mihaniki bir saika ile Köprü’ye inmişim. Haydarpaşa’ya geçmişim, trene binmişim. Köşke gelip odama kapanınca Mediha’nın hayalini karşımda gördüm. Sesini işitiyordum. Yemek yemedim. Gece lambamı yaktırmadım. Bu hayal kaçacak zannediyordum. Bütün gece, arkadaki koruda bülbüller öterken onun sesini işittim. Onun hayali etrafında açan ilahi bir hale gibi o sabah da mor fecri, doğan altın güneşi gördüm. “İşte yirmi senedir aradığım hayal!” diyordum. İki gün dışarı çıkmadım. Acaba ona bir daha rast gelecek miydim? Ailesinin adresini bana vermişti. Kendisine bir mektup yazmayı düşündüm. Fakat neden bahsedecektim? “Seni seviyorum!” mu diyecektim? Ömrümde ilk defa olarak, elimde kalem, boş kâğıdın başında saatlerce bekledim. Ne istiyordum? Ne isteyecektim? Hiçbirini bilmiyordum. Bir şeyler karaladım. Karşımdaki şuh hayali gittikçe daha ziyade barizleşiyor, âdeta bir birsam hâline giriyordu. Tam sırtı sıra üç gece uyuyamadım. Biraz dalar gibi olurken ruhumun içinde onun bana ilk hitabını, “Ne hazin parça, değil mi efendim.” sualini işitiyor, siyah alevden gözlerinin karşımda tekrar tutuştuğunu görüyordum. Üçüncü gün sabahı Camsap geldi. Beni yatakta uzanmış görünce:
“Ne oldu sana, bu ne hâl?” dedi.
“Hiç!..” diye cevap verdim.
“Ah hain, gözlerinin altına bak! Kaç gecedir uyumadın?”
“Üç.”
“Üç gece birbiri arkasına poker ha… Allah belanı versin! Gebereceksin!”
“Ne pokeri be!” diye