Омер Сейфеддин

Memlekete Mektup


Скачать книгу

birdenbire kalbimin nasıl çarptığını söyledim. Zihnimden bir an kaybolmayan hayalinin bütün şekillerini, omuzlarını, dizlerini, kollarını, göğsünü, boynunu, siyah alevden gözlerini, dudaklarını, sesindeki o anlatılmaz ahengi tarif etmeye çalıştım. Gülümseyerek dinliyordu. Ben titriyordum. Nihayet dayanamadı. Sözümü kesti:

      “Sus ulan bunak horoz!..” dedi, “İşte gayet basit bir ilkbahar darbesi!”

      “Ne demek?” diye yüzüne baktım.

      Gülerek cevap verdi:

      “Ne demek olacak? Bunak horozlar, güneş bir bulutun altına girince havanın gölge olduğunu görürler. Baştan sabah oluyor sanırlar. Başlarlar gün ortasında ötmeye! Köylüler bu şaşkın hayvanları uğursuz sayarlar. Gün ortasında öttükleri için hemen keserler. İlkbahar da tıpkı bunak horozlar gibi ihtiyarları aldatır. Yılların yorduğu yarı mefluç bir vücut birdenbire yalancı bir çeviklik duyar. Yılların doldurduğu hakikatlerle tıkanmış hayal birdenbire açılır. İşte bu fiziki tesire senin gibi enayiler kanar. Sahiden seviyorum filan zannına kapılır.”

      Baharın nebat üzerindeki tesirinden tutturdu, hayvanlar üzerindeki tesirine geçti. “Kızma” fiilinin mevsimlerle münasebetlerini anlatmaya başladı. Ben, Mediha’nın yirmi senedir aradığım hâlde üç gün evvel bulduğum hayali karşısında:

      “Heyhat!” dedim, “Sen aşkı bilmiyorsun!”

      “Ben ha?”

      “Evet, sana yemin edeyim ki seviyorum!”

      “Sen ha?”

      “Evet, ömrümde ilk defa olarak!”

      Camsap tekrar bir kahkaha attı.

      “Sen tedaviye muhtaçsın!” dedi.

      “Onsuz yaşayamayacağım sanıyorum.”

      “Evlenecek misin?”

      “Belki…”

      “Haydi beni söyletme!” diyerek yüzüme sert sert baktı. Sanki hakikaten söyleyeceği bir şey varmış da ben de hakikaten korkuyormuşum gibi susuverdim. Devam etti:

      “Bahar yorgunlar için en tehlikeli mevsimdir. Kanunusanide, karların ortasında çırçıplak gezmek, ilkbaharda sabahleyin çiçek kokuları arasında kelebeklerin peşinde dolaşmaktan daha az tehlikelidir. Vücut soğuk alırsa tedavi mümkündür fakat ruh baharın tesirine kapılırsa iş berbattır. Atasözü, ‘Kırkından sonra azanı teneşir temizler!’ der. İnsan bir bahar sabahı kendi yaşını unutur da kalbini dinlerse akla gelmedik budalalıklara kalkar! Sen de işte mutlaka sabahleyin nezle olacağını düşünmeden pencereni açtın. O baştan çıkarıcı çiçek kokularını, şehvet gıcıklayan rutubeti duydun. Hayalin ateş aldı. Kendini dışarı attın. O gün tesadüf ettiğin bir kadına âşık olduğun zannına kapıldın.”

      “Fakat nasıl zannettim, üç gecedir uyuyamıyorum. Bir dakika gözümün önünden gitmiyor.”

      “İyi ya, işte tam bir bahar tesiri! Tedavi istersin.”

      “Tedavi falan istemem.”

      “Perişan olursun.”

      Fuzulî’nin bir beytini okumak istedim. Lakin hatırlayamadım. Zihnim o kadar dağılmıştı. Camsap benim gibi yorgun insanların hayallerine, havalarına uyması hıfz-ı sıhhate ne kadar menafi olduğunu hakikaten âlimce anlattı. Ben bir taraftan Mediha’nın hayaliyle meşgul, onun sözlerini redde çalışıyordum.

      “Uzun lafın kısası!” dedi, “Ben iddia ediyorum ki sende aşk filan yok! Yalnız bir bahar tesiri! İstersen bunu sana ispat edeyim.”

      “Nasıl edeceksin?”

      “Gayet basit! Bir ay kadar seni bu bahar muhitinden, bu rutubetli sıcağın içinden çıkaracağım. Ruhunun sıhhati hemen yerine gelecek.” dedi.

      “Ben onu unutabilecek miyim?”

      “Yirmi dört saat içinde!”

      “Nasıl?..”

      “Evvela baharın tesirini göstermediği soğuk bir yere gideceksin!”

      “Mesela Sibirya’ya!” dedim.

      “Hayır, o kadar uzağa hacet yok.”

      “Ya nereye?”

      “Kireçburnu’na!”

      “Kireçburnu neresi?”

      “Vay Amerika limanlarının iktisadi hareketlerini yazan muharrir bey, vay! Bu ne coğrafya malumatı yahu! Kireçburnu’nun nerede olduğunu bilmiyor musun?”

      “Bilmiyorum!” dedim.

      “İşte oturduğu şehri bilmeyen bir münevver daha! Boğaziçi’nde, Sarıyer’den evvel bir iskele!” dedi.

      “Ee orada bahar olmaz mı?” diye sordum.

      “Gidince görürsün!” dedi.

      Ertesi gün için Mehmet’i istedi. Gidip bana orada küçük bir ev tutacaktı. O gittikten sonra ben yine hep hayalimde tutuşan siyah gözlerle, Mediha’nın şekliyle uğraştım. On sene evvel Moda’da bir sarhoş sandalından işittiğim:

      Derd-i aşkından rehâyâb olmasın

      Sevmeden gönlüm seni kurtulmasın

      şarkısını dün işitmiş gibi tekrarlıyordum. Ertesi günü Camsap Mehmet’le gitti. Ben evde yalnız kaldım. Elime kitap alıyor, okuyamıyordum. Zihnim birbirini tutmaz tahayyüllerle yoruluyordu. Kendi kendime: “Yirmi senedir aradığım kadın enmuzeci!” diyordum. Karşıma elle tutulabilecek derecede vazıh hayali geliyor, “Ne hazin parça, değil mi efendim!” diyordu. O hazin parçanın kulağımda tekrar çınladığını duyuyordum.

***

      Hakikaten bitmiştim. Uykusuzluk, üzüntü vücudumu son derece zayıflatmıştı. İki gün sonra Mehmet’le Kireçburnu’nda Camsap’ın tuttuğu eve göç ettim. Ömrümde ilk defa buraya ayak basıyordum. Karadeniz Boğazı’nın ta karşısında minimini bir köy! Dik bir derenin içinde! Daha ağaçları çiçek açmamış, kırları yeşermemişti. Kelebek, kuş falan yoktu. Hiç dinmeyen rüzgâr tabiatın ezelî hiddeti gibi durmuyor, dinlenmiyor, ha bire esiyordu. Tuttuğumuz ev ta tepedeydi. Penceresinden Karadeniz Boğazı lacivert bir ademe açılmış geniş bir delik gibi görünüyordu. İhtimal, bu mevsimde, Kutb-ı Şimalî buradan sıcaktır! İlk geldiğim gün karnım ağrımaya başladı. İkinci gün romatizmalarımla beraber uyandım. O kadar soğuktu ki hiç durmadan sobayı yaktığımız hâlde yine bir türlü ısınamıyordum. Mehmet’i sandalla Sarıyer’e gönderdim. Beş şişe konyak aldırdım. Mehmet orada konuştuklarına soğuktan bahsetmiş. Sarıyerliler: “Kireçburnu’nda ağustosta insan donar!” demişler. Hakikaten bunda mübalağa yok. Yatağımın içinde sıcak sıcak ıhlamurları birbiri arkasına içtikten sonra beraber getirdiğim kitapları okuyordum. On beş gün hiç ısınamadım, yataktan çıkabilsem belki yazı da yazacaktım fakat bu mümkün değildi. Donacağım sanıyordum. Burası hakikaten Kutb-ı Şimalî’den koparılmış bir parçaydı!

      Bir cuma günü Camsap geldi. Beni yatakta görünce: “Hasta mısın!” diye sordu.

      “Hayır.”

      “Niye yatıyorsun?” dedi.

      “Üşüyorum da.”

      “Oh, pekâlâ! Nasıl hâlâ aşkını düşünüyor musun?”

      “Soğuktan meydan bulamıyorum!” dedim. Evet gece uykusuz kalmak şöyle dursun, on dört saat deliksiz bir ölüm uykusuna dalıyordum.

      “Gördün mü…”

      Güldüm:

      “Fakat, ya buraya temmuza